20 Eylül 2014 Cumartesi

GÖKTÜRKİZM


GÖKTÜRKİZM (SON TÜRK)

Yazı yazmaya, 2000 yılında  Amerikan Senatosu'na sunulan Ermeni tasarısına karşı, Türkiyede'ki gazetelerin tepki mesajı verilmesi çağrılarına ilişkin yayınlar üzerine başladım. Daha sonra gerek internet yolu ile gerek mektup ile görüşlerimi bazı kurumlara başta partiler olmak üzere gönderdim. Tabiidir ki, yazım işi ustalık isteyen bir iştir. Fikri en yalın haliyle anlatabilmek, imla kurallarına uymak gibi vb. Ancak birtakım eksikliklere rağmen ben yinede fikirlerimi, görüşlerimi kamuoyuna sunmaya çalışacağım. Peki bunu niye yapmaya çalışıyorum? Çünkü var olan canlılar, kendilerini bir şekilde ifade ederler. Bu muhakkak ki duyusal organlarımızla algılayabileceğimiz; ses, görüntü, koku, temas şeklinde olur. Bu yolla da tüm canlılar, temel yaşama gereksinimleri olan beslenme, üreme başta olmak üzere; sevmek ve kızgınlık duygularını karşıdakine veya doğaya aksettirirler . Bildiğimiz gibi insanları diğer canlılardan ayrı tutma gerekliliği kabul edilmiştir. Bu ayrı tutma, düşünebilme yeteneği ile ilişkilendirilir. O halde düşünmenin ne olduğunun daha anlaşılabilir olması için bir fıkrayla giriş yapalım: Hüso ile Memo köylerinden ilk defa çıkarak kente inşaatta çalışmaya başlamışlar. Tabii ki erzaklarını da yanlarına alarak.. Erzakları da kuru soğan ve köy ekmeği. Yatma gerekliliğinin de inşaatta olduğu şüphesiz. Yoğun çalışılan bir günün sonunda soğan ve bayat köy ekmeğini de yedikten sonra sohbete başlarlar: "Ula Hüso"  demiş Memo. "Zengin olsan ne yapardın?"." Vallahi ekmeğin hasıyla (fırın ekmeği), soğanın cücüğünü(göbeği) yerdim. Hüso da sorar; "ula Memo peki sen zengin olsaydın ne yapardın?" Memo cevap verir: "Ula bana bir şey bıraktın mı ki!!" Bu fıkradan da anlaşılacağı gibi insanın hayalleri dahi, bilgi ve yine bilginin pratiği olan görgüye dayanmaktadır. Demek ki düşünebilme işlevinin ham maddesi veya gereksiniminin bilgi olduğu kesin. Ondan sonrası yetenek ve çaba işi. Biz de yaşam süremiz içinde, öncelikle aile ortamından bilgi ediniyoruz, daha sonra okuldan, medya alternatiflerinden bilgileniyoruz. Sonuç olarak; sahip olduğumuz temel yaşamsal duygular doğrultusunda ve bilgi kapasitemiz sayesinde düşünüyoruz, hayal ediyoruz, fikir üretiyoruz ve belli mantıkla geçmişimiz ve geleceğimiz için bir yargıya varıyoruz. Kimimiz 100 tuğlayla apartman yapabileceğine inanıyor, kimimiz 1000 tuğlayla kulübe inşaa edemiyor. Ama düşünebilme yeteneğini de iki şekilde kullanırız: Kişisel çıkarlarımız doğrultusunda, bencillik içinde olduğu gibi ayrıca müştereklik kavramı çerçevesinde, sorunlara çözüm bulma yönünde. Ancak bu da insanların toplumsal yaşamından kaynaklanan kendini ifade etme ve öne çıkma psikolojisiyle ile ilişkilendirileceği için her zaman tartışılabilir bir durumu içinde bulundurur. İşte ben de müştereklik anlayışı içinde kendi görüşlerimi ifade etmeye çalıştığım zannıyla, fikirlerimi açıklamaya ve toplumu bu şekilde etkilemeye çalışıyorum. Yani kendimi bir şekilde ifade ediyorum. Düşünceyi ifade etmek ise, eden ve algılayan tarafından, anlaşılabilir olması için aynı frekansta olmayı gerektirir. Yani iletişim amaçlı olarak kullandığımız yazı ve sözcüklerden aynı anlamların çıkarılması. Örneğin acı hissetmeyi bir ah simgesiyle sözlü ve yazılı olarak ifade edebiliriz . Ancak ileri aşamada düşüncenin somutlaşmış hali olan fikirler ve kavramların anlaşılabilmesi bu kadar basit değildir. Bunlar nedir din,ırk,hukuk gibi kelimeler farklı insan grupları için değişkenlik ifade eden farklı anlayışlar içinde kavrayışlar oluşturur. O halde bu gibi kavramları kullanarak düşüncelerimizi açıklarken kendi anlayışımızı muğlaklıktan arındırarak net olarak ortaya koymamız gerekir. Ya da, dinsel veya bilimsel olarak ekol kabul edilen tarzları kabul ettiğimizi ve o doğrultuda düşüncelerimizi ifade ettiğimizi belirtmemiz gerekmektedir. Özet olarak gizli düşünce ve amaçlardan uzak olmak bir düstur olmalıdır. Şimdi yaşantımız içinde kullandığımız ve büyük bir tutkuyla bağlandığımız bazı kavramlar hakkında görüşlerimi ,açıklıkla belirtmeye çalışayım ki esas amacım olan müştereklik kavramının kendi düşündüğüm şeklinde anlaşılmasını ümit edeyim. Aslında anladığımızı zannettiğimiz bir çok şeyin sadece kabul etmek veya inançtan başka bir şey olmadığını da bilmek gerekir. Onun için bilinmezlik sonsuzluğunda bu kesin doğrudur yargıları yerine kabul etmelerle yol aldığımızı da kabul edelim .Topluma sunmak istediğim fikir ve düşüncelere hangi aşamalardan sonra ulaştığım, aşağıdaki başlıklardan anlaşılabilir.Uzun gözüktüğü takdirde,öncelikle son kısımdaki Göktürk idealinden başlayarak bölüm,bölüm de okuyabilirsiniz.Fakat nihayetinde yazının bir bütün olarak algılanmasını göz ardı etmeden.

CANLILIĞIN OLUŞUMU
Bir insanın, yada canlının nasıl oluştuğunu biliriz. İki hücrenin birleşiminden sonra oluşan kök hücrenin bölünerek çoğalmasıyla. Aynı tip hücreler daha sonra farklılaşarak organları ve neticede canlıyı meydana getirir. Oluşan canlıda bu eş güdüm içerisinde doğadaki rolünü yerine getirir. Oluşan milyarlarca hücre neticede tek bir kişilik oluşturur ve bir iradeye tabii olurlar. Farklılaştıkları biçimde vücut içinde görevlerini genellikle tam olarak yerine getirerek vücut içinde bencillikten uzak, müştereklik kavramı içinde, yaşamlarını sürdürürler. Nedir bu birlikteliği sağlayan? Tasarımdan (genetik kodlama) kaynaklanan bir ideal birliği de diyebileceğimiz bu tam anlayamadığımız oluşumu ruhsal uyum diye tanımlayalım. İnsan da oluşumu sırasında veya oluşumunu tamamladıktan sonra kendi cinsinden, doğal yaşamdan (mikroplar dahil) gelen tehlikeler içinde yaşamaya çalışır. Ben insanda fiziksel tepki dışında yani nasıl oluştuğu tam belli olmayan hastalıklarda (kanser gibi) ruhsal uyum bozukluğunun büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Kanser de bilindiği gibi sınırsız üreme gücüne sahip hücreler genetik kodlama'nın bozulumu sebebiyle, görevleri yapmayarak, vücuda zararlarının yanında ,vücuda yabancılaştıkları için ayrıca vücut yapısındaki diğer oluşumların bunlara karşı koyması sebebiyle vücudun misliyle enerji kaybetmesine sebep olurlar. Neticede ilaçlı veya cerrahi müdahaleden sonra yaşam devam edebildiği gibi tersi durumda vücudun ölümüne sebep olurlar. Böyle bir başlıkla giriş yapmamın sebebi; Yaşamın ancak birliktelik ve uyum ile var olabileceğini açıklamak içindir. Bunu da en iyi kendi vücut yapımızda gözlemleyebiliriz.Bu anlatım, biyolojik bir olgunun başta Türkiye olmak üzere siyasal olarak anlaşılması için yapılan bir benzetmedir.

TARİHİN ÖZETİ (İNSANDAN -İNSANLIĞA)

Bilginin ve nüfusun en az olduğu zamanı ve tek insanı baz alarak başlarsak zannederim yanlış olmaz. İlk olarak tek ve bencil insan vardı. Doğasından kaynaklanan toplumsallık iç güdüsüyle başlayan öbekleşme , önce aile birliğini ve bağlılığını getirdi. Beslenme ve güvenlik gereksinimi yanında ,artan nüfus, insanları, daha büyük organizasyon yapısı içinde olmaya zorladı. Kabileden, uluslaşmaya giden süreç halen devam etmektedir. Başlangıçtaki temel oluşumlarla birlikte doğanın bilinmezliklerinden kaynaklanan inanç sistemleri ve liderlik müesseseleri de gelişmiştir. Bu argümanlar toplumu bir arada tutma ve kolektif hareket etme kabiliyeti sağlamıştır. Kazanılan bu kabiliyetlerle , toplumlar tarih boyunca zaman-mekan- bilinç kapsamında ve yağma ekonomisi doğrultusunda hareket etmişlerdir(şimdiki zaman içinde de tartışılır). Bu amaçla,savaşlar, karşılıklı işgaller ve iklim sebebiyle göçler meydana gelmiş ve bu oluşumlarla birlikte, toplumlar bilimsel açıklaması bulunmayan ırkların ve kültürlerin karışımıyla sistematik olarak büyümüşlerdir. Elbette bu büyüme bireylerin ve toplumların arzuları doğrultusunda olmamış ,galip- mağlup(avcı-av) ikilemi ile birlikte egemen güç içinde erimesi ve özdeşleşmesi ile sağlanmıştır. Geçmiş olayların sistematiğine bakarak bir yargıya varırsak ; Tarih boyunca yaşananlar neticesinde bilgi ve kültür, bu dinamizm sayesinde toplumların daha geniş katmanlarına yayılmıştır. Heterojen bir yapıdan homojen bir yapıya giden bir trend vardır. toplumların büyümesine yönelik oluşumlar tarihin en önemli gerçeğidir. Siyasal olarak büyüme (ırk üstünlüğü) ,dine dayalı hakimiyet,ideolojik olarak yapılanma ve son olarak da AB gibi detaylı antlaşmalarla, görünüşte ekonomik birleşme .Sistem nasıl olursa olsun, büyüme yolunda ,öncü ve hakim kuvvetin çıkarları her zaman ön planda olmuştur. Fakat tarihin akışı içinde ana tema toplumların tek bir hakimiyete doğru gitmesi yönünde olup, buna etnik yapı dışında,  diller de dahildir. Yani bir çok etnik yapı ve dil varlığını kaybedecektir.

DİN ANLAYIŞI
Din kitaplarında geçer; bilinenler dışında bir çok peygamberin geldiği ve tüm toplumlara gerekli ikazların yapıldığı belirtilir. Yani tüm insanlara, insanlık tarihi boyunca, gerekli ikazlar yapılmış, uyulmazsa bunun cezası olacağı belirtilmiştir. Dinler tarihini incelediğimizde, peygamberlerin direkt olarak toplumlara hitap ettiğini, ve herhangi bir kurumsal yapı oluşturulmadığını görürüz. Yani esas öğreti kitaplarda kalmıştır. Kuran-kerimden örnek vermek gerekirse:AL- İMRAN ,7 : ''Sana kitabı indiren odur onun bir kısmının manası apaçık ayetlerdir. Bunlar kitabın temelidir. Diğer bir kısmı çeşitli manalara benzerlikler gösterir. Kalplerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak için ve kendilerine göre yorumlamak için çeşitli manası olanlara uyarlar. Halbuki onların yorumunu ancak Allah bilir. Bilimde,derinleşmiş olanlar ise ona inandık hepsinde Rabbi'mizdendir derler. Bunları ancak tam akıl sahibi olanlar düşünürler ve anlarlar'' Görüldüğü gibi bu ayette, ayetlerin bazılarının tam olarak açık olduğu fakat bazılarının ise ancak akıl sahiplerince anlaşılabileceği belirtiliyor.Fakat art niyetsiz ve iyi niyetle, yani fitne amacı olmadan yorumlanabileceği belirtiyor.Peygamberler aracılığı  ile gelen vahiyler, tek-tek insanlara gelmiştir.Yani kurumsal bir yapı ve vekalet yoktur. Peygambere gelen ilk gelen vahyin ise oku olduğunu görürüz. Mevcut bir kitap olmadığına göre ve gelen vahiylerin Hz. Muhammed'in ölümünden sonra kitap haline getirilmesi gerçeğine göre; oku emrini nasıl anlamamız gerekiyor? Oku olarak gelen ilk emrin de tüm insanlara nakledilmek üzere gelen bir emir olduğunu kabul etmek gerekir. O halde hali hazırda okunacak bir kitap olmadığına göre,oku emrini, gelecek olan kitabı anlayabilecek bir donanıma sahip olacak şekilde, bilgilenme anlamında olduğunu kabul etmenin, dine aykırı bir tarafı olamaz. Benim yorumuma göre, ilk gelen ayet olan ''oku'', iyiye yönelik yorum katılarak, anlaşılacak en açık ayetlerden birisidir. Peki Müslümanlık tarihinde, bu apaçık ayet, amacı doğrultusunda kullanıldı mı? Buna verilecek cevap kesinlikle hayırdır. Arapçadan başka okunmaz diyen oligarşik bir yapıya inanarak, anlaşılması için gönderilen Kuran'ı okumayarak ve yorumlamayarak , başkaları tarafından nakledilenlere inanlar, acaba doğrumu yapıyorlar? Doğru yapılmadığı, görünen açık bir gerçektir.Başta var olan ayrılıklar olmak üzere, tüm Müslüman ülkelerin ekonomik ve eğitim göstergeleri ortada. Yetkinlik iddiasında bulunmadan, genel inanç sistemleri içinde ortak kabul görmüş, yaradılış kısmından itibaren yorumlamaya devam ederek, Allah'ın bizi yaratmasında ki gayeyi anlamaya çalışalım. Kitaplı dinlerde, Hz. Ademin ilk insan olarak yaratıldığı belirtilir. Eş olarak daha sonra Havva yaratılıyor. Adem yaratılmadan önce, tasarım halinde iken melekler, Tanrı'ya ''yeryüzünde kan dökecek birisini mi yaratacaksın biz seni devamlı tesbih ediyoruz, yüceltiyoruz'' diye çekincelerini belirtirler. Allah balçıktan yarattığı ilk insanı meleklere üstün tutar. Meleklerin, Adem'e secde etmesini emreder. Sadece şeytan dışında diğer melekler bu emre uyar. Çünkü Allah tarafından verilen bilgi-bilinç burada Adem tarafından meleklere gösterilir(yorum olarak, sınav yapıldığı söylenebilir). Şimdi inanıyorum diyenlerin çoğunun, bu kısmı okuduğun da , anlatılanları cismani olarak algıladığına eminim. Böyle bir algı, yanlış olduğu gibi , Allah kavramını da küçümseme durumunu yaratır. Çünkü gelişen bilgi ve bilinç seviyemiz sayesinde sonsuzluğu kavrama kabiliyetimiz artmaktadır. O halde sonsuzluğun ötesinde ve üstünde olması gereken Allah’a gerçekten samimi olarak inanıyoruz diyorsak ,cismani olarak algılama anlayışından sakınmamız gerekmektedir. Yaratılış kısmında anlatılanlar, bana göre duyguların ve amacın cismanileştirilmiş şeklidir. Niye böyle olması gerektiği ise kitaplarda yazılanların indirildiği zamandaki bilinç seviyesine göre olması gerekliliğindendir. Onun için yorum şarttır. Çocuklarımızın eğitilmesi ve öğrenme durumlarını ele alalım. Hangi kavramları nasıl anladıklarını yaşlara göre gözlemleyelim .O zaman bunun sebebini anlayabiliriz. Yaratılış kısmında açıklanan ortaya konulan nedir öyleyse? Kesin olarak şudur demeye kimsenin hakkı olamayacağına göre ancak yorum yapabiliriz! Meleklerin varlığına rağmen Allah'ın yeni bir varlık yaratması ki bu yaratılış melekler de şüpheye,  şeytan da ise hasetliğe ve kıskançlığa sebep olmaktadır. Görüldüğü gibi sadece bir ayette, hayatın asıl enerjisi olan tüm duygular ifade ediliyor. Ayrıca şeytanın öne sürdüğü saf bir oluşumdan yaratılmak ile insanın çamurdan yaratılmasına karşın, bir küçümseme vardır. Mevcut bilgilerimizle yorumladığımızda, saf madde, kullanılması mümkün olmayan maddedir. Madde ancak emek verildiğinde işlem gördüğünde ve diğer maddelerle ilişkilendirildiği ölçüde değer kazanır. Bir çok maden vardır saf olarak, onlara değer veririz ama gerçekte yaşamsal bir değerleri yoktur. Basit gördüğümüz maddeler ise işlenme ve beraber kullanılma sonucunda yaşamımızda önemli bir yer tutar(araçlar,gereçler,yiyecek ve içecekler). Balçık olarak bahsedilenin içeriğine bakalım! Balçıkta her türlü element var(tüm elementler olarak yorumlayalım). Neticede bu elementlerin, sonsuz küçüklükten, elektron, proton ve daha sonra atom ve molekül haline gelmesi ve onun da canlılığın temel parçası olan hücreyi oluşturması vardır. Sonuç olarak, bilgi var emek var ve amaç vardır işte üstünlük buradadır. Ama insanın yaratılışından itibaren şeytanda yaratılmış olur. Yani bahsettiğimiz cismanileştirilmiş olarak belirtilen duygular olan ,hasetlik, kin, kıskançlık gibi duygular. Bu duyguların hepsi de insanlar da mevcuttur. Bu duygular, bencilliği ve ayrılığı gerektirir ki,  ayrışma ölümün kendisidir. Peki ayrılığı, ölümü gerektiren ve şeytan olarak temsil edilen ve kötü  olarak kabul ettiğimiz duyguların dışında, sevgi nerede ? Sevgi, farklılıkların bir araya gelişinde, getirilişinde ve amaç olarak Tanrıya varıştadır (müştereklik) . O halde yaratılıştan itibaren insanın temelinde aynı anda kötülük ve iyilik vardır.  Sonsuz küçüklükten, büyüklüğe doğru bütünleşen maddenin, hücre olarak organları ve nihayetinde üst seviyede canlıları meydana getirmesi aşamasında bencillik olsaydı, yani her hücre canlılığın tabiatından kaynaklanan bencilliğe sahip olsaydı canlılığın olamayacağı kesindir.Birliğin gerekliliğini anlamak için devam edelim. YUNUS,19 :'' İnsanlar tek bir ümmettiler, sonra ayrılıklara düştüler eğer Rabbi'nin ezeli takdiri olmasaydı ayrılıklara düştükleri şeyler hakkında çoktan aralarında hüküm verilirdi''. Burada ezeli takdir’in ne anlama geldiğini anlamak için diğer surelerle ilişkilendirmek gerekir. ISRA, 85 : Ey Muhammed sana ruhu soruyorlar de ki ruh Rabbi'min emrinden ibarettir. Hepimizin bildiği gibi emrin verilmesinde bir amacın olması gerekliliği vardır. HİCR,29 :'' onu yaratıp ruhumdan ruh üflediğim zaman ona secdeye kapanın'' demişti. Ruhun bir emir olduğu, önceki ayette belirtilmişti. Emir'in ise bir amaç içinde olması yönünde yorum yaptım. Bu şekilde ele aldığımızda görülüyor ki Tanrı kendi amacı doğrultusunda İnsana görev veriyor. Bu görev sebebi ile de İnsanı yücelterek, meleklere üstün kılıyor.Demek ki ezeli takdirde bir amaç var. Bu sebeple,hüküm verilmekte sabrediliyor ki insanlar bu amacı anlasınlar. Ayrıca belirtiliyor ve eleştiriliyor ki insanların tek bir ümmet olması gerekliliği . Sonuç itibari ile insanlar inanç olarak dinlere dinler mezheplere mezhepler ise tarikatlara bölündükçe bölünüyor ve her insan gerçek amacı anlamak yerine bencillikle sadece cennete gitme amacı için de. Halbuki düşünse yaşamsal olarak varlığının idamesi için faydalandıkları şeylerin geçmişten gelen tüm insanlığın emeği olduğunu. İdrak edebilseler bundan 800 yıl önce Yunus Emre'nin neyle'yim hurileri,köşkleri bana seni gerek seni dizelerini. Havva'nın yaratılmasıyla başlayan ayrılık, insanın doğasından kaynaklanan bencillikler sebebi ile üreyerek devam etmektedir. Halbuki Kuran-ı kerimde birliktelik için bir çok ayet vardır. AL-İMRAN,64 : ''De ki ey kitap ehli (Yahudiler-Hristiyanlar) gelin aramızda birleşeceğimiz tek kelimeye o da Allah tan başkasına kulluk etmemek, ona hiçbir eş koşmamak Allah'tan başka içimizden bazılarını tanrı edinmemektir. Eğer yüz çevirirlerse bizim Müslüman olduğumuza şahit olun deyin''. Bu ayette, Müslümanlığın esas kriterinin tek Tanrıya inanmaktır olduğu açıkça görülüyor.  Ayrıca birliktelik,tüm kitap ehli peygamberlerin atası olarak kabul edilen Hz. İbrahim'e bağlanır. BAKARA 130 : ''Kendini bilmeyenler,aklı başında olmayanlardan başka kimse İbrahim'in dininden yüz çevirmez and olsun biz onu dünyada seçtik şüphesiz o ahirette iyilerdendir''. Kuran-kerimde,birleşiklik için bu ayette olduğu gibi daha bir çok ayette de bu amaç belirtilir. Temel esas tek tanrıya inanmaktır. Ve insan dahil soyut-somut başka putlar edinmemektir. Aslında, dinsel -mezhepsel ayrılıkların bir çoğu bir takım ritüel farklılıklardan kaynaklanıyor. Bu ayrılıkların oluşması geçmişe ait olup, mevcut kitapların dışında ve onlara aykırı olarak oluşmuştur. Halbuki dinler geleceğe dairdir. Yapılması gereken, dinler vasıtası ile gelen amacı anlamak ve ayrılıkları gidermek için gayret sarf etmektir. Tabii burada eleştiri yapmak mecburiyeti vardır. Neyi, nasıl kabul edeceğiz diye. Tek Tanrı anlayışı çerçevesinde, kitaplı dinleri incelediğimizde: İlk tek tanrılı din olarak belirtilen Yahudilik inancında, Tanrı bilindiği gibi sadece Yahudilerle ilgilidir. Dolayısıyla Yahudiler kendilerine has bir tanrıya sahip çıkmakla, başka tanrıların varlığını da kabul etmiş olmaktadır. Dolayısıyla tek tanrılılık anlayışından uzaktırlar. Hristiyanlık dinin de ise, istendiği kadar bir felsefeye dayandırılmaya çalışılsa da, Tanrıyı üçledikleri açık bir gerçektir. Ayrıca,Hristiyanlık dini inancının kapsamı içinde olan Eski Ahit'e inanmak gereğine karşın; uygulamalardaki anlayış farklılığı açıklanmaya ihtiyaç duyar. Sünnet olma ve domuz eti yeme yasağına uyulmaması gibi. Bunlar Yahudilik inancından gelen ve uygulanan kurallar olduğu gibi Müslümanlık dini inanışı içinde de uygulanmaktadır. Görüldüğü gibi başta tek Tanrı anlayışı olmak üzere temelde ayrılıklar vardır. Peki bu farklı inanç biçimlerinin sonsuza kadar devam edip, insanlar arasında düşmanlık yaratmasına müsaade mi edeceğiz? Veya emperyalizmin, bencil ekonomik çıkarları doğrultusunda, inanışların bir argüman olarak olarak kullanılmasına bile,bile göz mü yumacağız. Bu tür zihniyetlerin hakimiyetine son vermek için öncelikle dini, kurumsal yapıların hegemonyasından kurtarmak gerekir. Bunun için de inanıyorum diyen insanların kendi dinlerini ,kendi dilleri ile kendilerinin anlamaya çalışması gerekmektedir. Dini inanışların ,temel esas olan tek Tanrı anlayışı dışında, yeni yorumlara ihtiyacı olduğu açıktır. Ama bu ayetlerde de belirtildiği gibi fitne ve fesatlıktan uzak olacaktır. Herhalde sahip olduğumuz bilgi ve bilinçliliğimiz çerçevesinde, bunu anlayacak yeterlilikteyiz. Sonuç olarak var oluşumuzdaki amacı ve görevi anlamaya çalıştığımız da, temel unsurlarda da anlaşmakta sorun olmayacaktır.
                                                                 
                                                                    TÜRK NEDİR

Bu yazım, önceki yazılarımdaki anlayışım çerçevesinde yazılmış olup, sadece rötuş yapılmış ve biraz daha günceldir. Yazdıklarımı tamamen doğaçlama olarak yazıyorum .Belgelemek için net bir referans vermiyor, edindiğim bilgileri sadece aklımda iz bıraktığı şekilde ele alıyorum. Bilinen tarihi bilgilere göre Türk isminin tarihte ilk defa Göktürklerce kullanıldığı belirtilmektedir. Benim dikkate aldığım ve anlamaya çalıştığım birleşik kelime olan Göktürk isminin analizi. Manasını kavrayarak, geleceğe ait çıkarsama yapmak arzusudur. Gök bilindiği gibi, eski toplumlarda insan için ulaşılamaz ve tanrısal güçlerin bulunduğu katman olarak tanrının somutlaştırıldığı ve belki de mitolojik olarak en çok Türklerin kullandığı bir kavramdır. Türk ismi ise bir çok anlamda kullanılmasına rağmen güç anlamında olan manası en geçerli olanıdır. Zaten açıklamasını yapmaya çalıştığım Göktürk bileşenine göre de tam uyumluluk sağlamaktadır. Sonuç olarak TANRISAL GÜÇ anlamını zorlama yapmadan çıkarmak mümkündür. Tabii şimdi buna karşı çıkanlar(çıkartılanlar) olacaktır. Bu tip insanlar bana tıpkı yıllar önce bir yayım ortamında Hz. Muhammed'e gelen ilk vahiy olan ikra kelimesinin aslında oku manasında olmadığını, açıklama gayretkeşliğini gösteren çıkartılanlardan farklı bir değer ifade etmeyecektir. Oradaki oku anlamının bilgilenme ve bilinçlenme olduğunun fark edilme tehlikesine karşın bir gayretkeşlik. Tarihte olan bu gerçekliğin,  yine bu tarihi oluşturanlarca fark edilmesi, etnik-kültürel-dinsel emperyalizm tarafından arzu edilmeyeceği kesindir. Göktürk isminin ilk ortaya çıkışı 5-6 yy.  aralığındadır. Peki ondan önce Türk yok muydu? Ya da Türkler kimdir? Daha önce tarihin özeti kısmında bencil insandan- insanlığa giden (müşterekliğe) süreçte tek bir insanı baz aldım. Dolayısıyla bir daha tekrar edelim. İnsan yaradılışında olan toplumsallık içgüdüsüyle üreme, beslenme,ve güvenlik duygusuyla bir arada yaşamaya başladı. Geçimini en kolay yol olan yağma ekonomisi ile sağlamak o zaman ki bilinç seviyesi için normal bir yoldu. Dolayısıyla orta Asya nın kurak ve zor koşulları içinde yaşayan kabileler çevre koşullarının da zorlamasıyla büyük ihtimalle bu yolu seçerek hakim olan topluluğun önderliğinde, başta nüfus olarak ve coğrafi alan olarak büyümüşlerdir. Biz bu bilgilere yorum ve benzetmelerle katkı yapalım.Kuran-ı kerimdeki ayet de şöyle geçer ''biz size aşılayıcı rüzgarlar verdik''. Rüzgar nasıl oluşur biliriz. Yüksek basınç alanından, alçak basınç alanına olan hava hareketidir. Zaman zaman çok kuvvetli eser ve zarar verir ama büyük ölçekte baktığımızda zararı faydasının yanında yok gibidir. Rüzgar tohumları aşılar, denizi dalgalandırır, denize oksijen sağlar ,gemilere yol verir,yel değirmenlerini döndürür,yağmur bulutlarını taşır. İşte bu yağma ekonomisi çerçevesinde oluşan duygularla büyüyen ve organize olan bu topluluklar adeta bir rüzgar gibi tüm Asya'yı, Avrupa ya kadar, duygusal olarak, alçak basınç alanlarını etkileyerek tarihin rüzgarını oluşturmuştur. Bu hareket insanlığa ne kazandırmıştır? Başta olması gereken biyolojik ve kültürel karışımı. Şimdi düşünelim emniyet içinde beslenmesini sağlayan insanlar hareket etme gereği duymayacaklarından, dar bir alanda biyolojik ve kültürel yapılarını, duygularını nasıl geliştirebilirler? Muhakkak ki hareketin başladığı yerde azınlık olan güç, alan genişledikçe tıpkı bir hortum gibi diğer güçlerden de güç alarak büyümüş ve dünyanın toplumsal gelişimi için çok önemli bir görevi yerine getirmiştir. Oluşan bu güce karşı, karşı güç oluşumu gerekliliği anlaşılmış ve teze uygun olarak toplumların daha büyümesine olanak sağlamıştır. En önemlisi ise bilgi iletişiminin gerçekleşmesi sağlanmıştır. Türk kelimesinin diğer bir kullanım şekline bakarak,  açıklamaya çalıştığım anlamlara kesinlik kazandıralım. Mitolojik veya mevcut yazıtlar da, Türk hakanlarının halka hitap edişi'' Türk budun'' diye belirtilir. Budun sözlükler de, birlik olarak ifade edilir(farklı kabile-ırklar). Dolayısıyla güç birliği anlamı içinde uyumlu bir ifade oluşturur. Bu yorumlar bilinen ve bize sunulan belge ve bilgilerden çıkardığım yorumdur. Ama benim varmak istediğim sonuç, tarihin derinliklerine dalıp övünme veya ona dayanarak menfaat temin etmek değil(Türklük açısından) ,bilakis geleceğe ait bir idealin varlığını ortaya koymak, ve var olan bilgilerin, bu ideal uğruna basamak teşkil etmesidir. Şimdi bilinen Türk tarihini gerek mitolojik gerek belgesel olarak incelediğimizde,  kurulan bir çok imparatorluk ve devletlerin amacı içinde,cihan imparatorluğu, Dünyaya hakim olma fikri ve amacına ait deyişler dikkate değerdir. Bu idealin, sloganlaşmış ifadesini'' GÖK KUBBE ÇADIRIMIZ GÜNEŞ BAYRAĞIMIZ'' deyişinde görebiliriz. Diğer hakim devletlerle ,Türk sisteminin bende uyandırdığı fark şudur. Türk sisteminde birinci planda hakim olma düşüncesi diğerlerinde ise emperyalizm yapısı ve her alanda toplumları sömürme amacı vardır. Sömürmek amacında olanlar işgal ettiği topraklardaki halktan ayrışmış ,Türkler ise özdeşleşmiştir. Türklerin inanç tarihine baktığımızda tüm dinlerle ilgileri olduğu gibi yönetimleri esnasında da tüm inançlara karşı hoşgörülü oldukları tarihsel bir gerçekliktir

UYGARLIKLARA GENEL BAKIŞ 
Her ülkenin tarihini, çeşitli çaplarda dairesel olarak göstersek ve temel olarak bu dairelerin birbirleri ile temas etmemesi bir kural olsa ki bu kesinlikle mümkün olmayacaktır. Bir çok dairenin birbirleri ile merkezine kadar temas ettiğini veya içine aldığını, ülkelerin tarih öğretilerini ortaya koyarak tespit edebiliriz. Bu neyi gösterir? Ülkelerin birbirleri üzerindeki menfaatleri ve toplumların karşılıklı kin ve düşmanlıklarını gösterir. Çünkü insanlar bencillikten kaynaklanan üstünlük duygularına sahiptirler. Bu duyguları da kullandırtmaya hazırdırlar.  İnsanların dolayısıyla toplumların bilinç seviyesinin yükselmesine rağmen zaman- mekan -bilinç kavramı içinde her zaman geçerli olan yağma ekonomisi (üretmeden, kısa yoldan, çaba göstermeden kazanma ) duyguları da hala devam etmekle birlikte oldukça estetik kazanmıştır. Dolayısıyla tarih bu duyguların çatışması sebebi ile oluşmuş ve uygarlıklar galip olanların çerçevesinde vücut bulmuştur. Bu uygarlıklar, bilimsel olarak aslı olmasa da ırkları oluşturmuştur. Ancak bu uygarlıkların aynı canlılarda olduğu gibi çevreye uyum sağlama ve alan çatışmasına karşı dirençli olması gerekir ki varlığını devam ettirebilsin . Ve sadece geçmişte kalıp bundan bencillikle fayda sağlamaya çalışanlar, geleceğe ait müştereklik dahilinde bir vizyonuna sahip olmayanlar, tarihte bir çok örneği olduğu gibi yok olacaklardır. M,Ö yapılan eserler şimdi ki zaman için bile hayranlık uyandıracak sağlamlık ve estetik biçimdedir. Fakat tarihe baktığımızda etkileşimin sık olmasına rağmen yakın toplumlar şimdiki zamanda da var olduğu gibi aynılarını oluşturamamışlardır. Bunun sağlayan şeyleri bugünkü oluşumlara bakarak anlamaya çalışırsak şu çıkarsamayı ortaya koyabiliriz. Toplumların organize bir yapı içinde olmaları, paranın varlığı ve bilgi düzeyi . Fakat bunlardan sadece paranın da yeterli olabileceğini yaşadığımız zaman içindeki oluşumlara bakarak anlayabiliriz. 2000-3000 yıl sonra bugünkü körfez ülkelerinin, kalıntılarına kısıtlı belgelerle baksak herhalde burada büyük bir uygarlığın yaşadığı yorumunu yapacağız. Halbuki bu günkü net bilgilerimizle yorumladığımızda bunun sadece para gücüyle olduğunda hem fikirizdir. Bu parada o toplumların emeğinden olmayıp bulundukları alanın gereğindendir. O halde geçmiş tarihler hakkında mantıksal çıkarsamadan edindiğim yargımı (inancımı ) belirteyim ; toplumların organize olabilmeleri, uygarlık kalıntıları bırakmaları kendi inisiyatifleri içinde olmamıştır. Ya tarih çok daha eskidir. Ya da başka tanımlayamayacağımız güçler etken olmuştur. Çünkü insanlara dindeki yaratılış kısımlarında belirtildiği gibi bilgi öğretilmiştir. Birde uygarlık deyince tam olarak neyi anlıyoruz? Elbette zamanın bilinci içinde geleceğe kalıtsal eserler bırakılması kutsanacak bir olgu olmakla beraber, Tarihte bir güç olup, toplumun şekillendirilmesi hareketi içinde olmak maddeyi işlemekten daha önemli bir işlevdir. O halde, müşterekliğe giden yolda var olan bir çok uygarlığı ve imparatorlukları bu açıdan değerlendirelim. En eskisi Mısır olsa gerek. Mısır deyince aklımıza piramitler gelir. Geçmişte yapılan ve bu gün dahi hayranlıkla o zamanın olanaklarıyla nasıl yapılabildiğine dair fikir yürüttüğümüz eserler. Ama etkileyebildiği bölge ne kadardır o zaman için! Dilleri etkiledikleri alanda kullanılmakta mıdır ? Tarihi takiben baktığımızda sırasıyla Grekler gelir eski Mısır uygarlığına nazaran daha geniş alanları etkileyen bir uygarlık ve eski Mısır uygarlığından bir basamak yukarı çıkan , bu gün için Yunanların sahip çıktığı bir uygarlık . Peki,şimdiki Yunanistan'a oranla geniş bir alanı etkileyen bu uygarlığın dili bu alanlarda kullanılıyor mu? Ya da bu alanlarda bu uygarlığa aidiyet duyan topluluklar var mı? Takiben Roma uygarlığı ; Askeri,hukuk ve yönetim alanındaki yenilikleriyle insanlığı daha üst basamaklara taşımıştır. Fakat şu anda baktığımızda etkilediği bölgelerde ne dili konuşulmakta ne de o uygarlığa ait'im diyen bir topluluk yaşamaktadır. Çin ve Hint uygarlıklarına bakarsak;bu eski uygarlıkların tarihleri boyunca kendi alanlarından çıkma gereği duymamaları gariptir. SSCB ‘nin dağılışından sonra Çin yükselen değer olarak adını duyurdu. Ardından yakın zaman da yükselecek bir değer olarak gösterilen Hindistan . Bu iki ülke nüfus kalabalıklığının yanında aynı zamanda dünyanın en eski uygarlıklarının da beşiği olmuşlardır. İlginçtir ki bu iki ülke tarihsel süreç içinde emperyalist bir amaç içinde olmamış ya da Türklerden benzetmeyle bahsettiğim şekilde tarih de rüzgar olup denizini dalgalandıramamışlardır! Dolayısıyla dilleri de bölgesel olarak kalmıştır. Uygarlıkların oluşumu hakkında ki ön yargılarımı daha önce belirtmiştim (tanımlanamayan güç). Çin’in gelişmesinde bu oluşumun varlığını gördüğümü sanıyorum(komünizm-kapitalizmin bir arada uygulanması), Aslında Çin’de olmayan bilgi ve sermayenin bilinçli bir şekilde bu ülkeye sağlanarak, ucuz iş gücü yaftası altında dünya piyasasında önemli bir konuma getirilmesi. Getirildi ve şikayetler başladı. Kur farkları, ithalat ve ihracat dengeleri gibi. Peki bundan sonra ne olabilir? Yazıya Hüso ile memonun fıkrası ile başlamıştım. Bana göre derinliği olan bir fıkradır. Köylerinden ilk defa çıkarak geldikleri şehirde düşledikleri sadece soğanın cücüğü ile ekmeğin hası değirmiydi ? Çevrenize bir bakın veya kendimizden örnekleyerek anlamaya çalışalım; Hüso ile memo şehirde çalışmaya ve yaşamaya devam ettiklerinde hayalleri ne olacaktı? Bir gerçek hikaye örneği de İtalya'dan vereyim aklımda kaldığınca. Bisiklet ve evliliğin ilişkilendirilmesi hakkında. Bisiklet piyasada yokken evlilikler genellikle içinde yaşanılan köyden veya komşu köylerden 5 Km. Çapında bir alanda olurken. Bisikletin piyasaya girmesiyle bu çap 50 Km. ye çıkıyor. Ulaşımın kolaylaşması neticesinde görgü ve bilgi alanı çapı da genişliyor. Dolayısıyla seçenekler çoğalıyor ve hayalleri de ona göre oluyor. Şimdi simgesel olarak bize yansıtılan nedir? Genellikle öğünleri pirinç olan ve ucuz işçilik maliyeti ile çalışan, nüfusu bir milyar üç yüz milyonu bulan bir halk. Komünizm disiplini içinde daha dünyayı yeni yeni tanımaya başlayan bu insanların hayalleri de büyüyecek ve Dünya ölçeğinde olacaktır. Küresellik kavramı İçinde tüm ülkelerdeki krizin dünyayı ve bireyleri etkilediğini hepimiz biliyoruz. Elde ettiğimiz kazanımlardan,refahtan geriye gidiş tüm insanlarda doğal olarak mutsuzluğa ve strese sebep olduğu da biliniyor. Zamanla tüm Çin halkına da yansıyacak refah ve tüketim alışkanlığı büyük bir küresel bir ekonomik kriz sonrası Çin ve halkını nasıl etkileyecektir? Sermaye ve bilgi dışarıdan girdi dedik . Bu argümanlar dışarı çıktığında ,kesildiğinde ve kısıtlamalar devreye girdiğinde bu halk üzerinde herhalde büyük bir mutsuzluğu ve strese sebep olacaktır. Neticede bu duygular politika sahnesinde objeleşecektir. Aynı durum Hindistan içinde geçerli olacaktır. Acaba din kitaplarında geçen Ye-cüc , Me-cüc olgusu bu coğrafyada mı vuku bulacaktır? Tarihin akışı sürerken, geniş bir alanda yaşayan Arap kabileleri Müslümanlık dini sayesinde birlikte hareket ederek dünyayı askeri, Bilimsel ve felsefi olarak geniş bir alanda etkileyerek, Dünya toplumuna katkısını yapmıştır. Fakat bu güç, dıştan ve içten gelen karşı güç etkisiyle dağılmış, petrolün(para) varlığına ve ayrıca var olan kurumsal bir yapıya rağmen (Arap Birliği) tekrar toparlanma yetkinliğini gösterememiştir. Şimdiki duruma baktığımızda birçok devlet olmasına rağmen kabilecilik sistemi hala geçerlidir(Emperyalizm ile iş birliği neticesi). Dolayısıyla Arap uygarlığı geleceğe ait yeni bir birlik yapısı oluşturmaktan uzaktır. Sadece diliyle anılacaktır. Ve bildiğimiz gibi Osmanlı dahil bir çok Türk devleti ve imparatorlukları zamanın kısıtlı olanaklarıyla Dünya toplumlarını şekillendirme başarısını göstermiş, daha öncede belirttiğim gibi karşı güç oluşumunu sağlayarak toplumların büyümesine olanak sağlamıştır. Bana göre Osmanlının çöküşü Yavuz Sultan Selimin Halifeliği Osmanlıya geçirmesinden sonra başlamıştır. Çünkü inanışa dair kurumsal olarak bir yapılanma tüm hoşgörüye rağmen farklı din mezhep anlayışı içinde karşı güç oluşumuna sebep olur. Bunun dışında Osmanlının çöküşünde diğer sebep ise kendini oluşturan çekirdek güçten ( ırk) kendini ötelemesi vardır. Çünkü ırklar geçmişe dair, dinlerse geleceğe dairdir. Dolayısıyla Osmanlı ne geçmişe sağlam basmıştır ne geleceğe sağlam tutunmuştur. Ama çağdaşlarına göre hatta yaşadığımız şu çağdaki anlayışa göre üstün hoşgörü sebebi ile tüm teknolojik ve bilimsel gelişimlere kapalı kalmasına rağmen 600 yıl yaşayabilmiştir. Şunu da vurgulamak gerekir ki Osmanlı İmparatorluğu kendi içindeki kabile,beylik ve devletleri bir çatı altında birleştirmeyi çağdaşlarından önce başarmış ve çok uluslu ve çok dinli ilk kurumsal yapıdır. Avrupa devletlerinin tarihine bakarsak genelde birlikteliklerini Türklere karşı sağladıklarını görürüz. Belki Avrupa birliğinin oluşmasının temelinde Türklerin olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Osmanlı'nın gelişmesini tamamlama süreci içinde, İngiliz İmparatorluğu Türk sisteminden farklı olarak büyük askeri güçlerden çok bilgi ve bilinç gücüyle Dünyada etkin olmuştur. Denizcilikteki gelişimin katkısıyla bir çok coğrafi ve siyasi oluşumu, düşük askeri güç vasıtası ile hakimiyeti altına almış ve ticari olarak bundan büyük ölçekte yararlanmıştır. Diğer bir deyişle sömürmüş ve hala o sömürünün rantından faydalanmaktadır. İngilizlerle aşağı yukarı aynı zamanda start alan diğer sömürgeci devletler olan Fransa ve Almanya ise bu yukarıda saydığım güçlere nazaran dar bir zaman diliminde ve çağdaşlarına oranla daha küçük alanlarda etkili olabilmişlerdir. Kültürel ve teknolojik etkileri katmıyoruz. Çünkü bireyler günlük yaşamında zaten bunların farkında değildir. Ancak belirtmek gerekir ki Rus gücünün uyandırılmasında ve yapılanmasında bu iki ülkenin katkısı büyüktür. Belirtilen bu güçlerin, bilinen coğrafi alanlardaki rekabetleri sırasında bilinmeyen alanların keşfedilmesi ile birlikte, Amerika Kıtasında geleceğin gücü şekillenmeye başladı. Amerikanın keşfedilmesi dahil o zamanın kısıtlı olanaklarıyla büyük bir nüfusun oraya sevk edilebilmesi daha önce belirtiğim gücün bir delilidir. Amerika ya göç eden insanlar genellikle Avrupa'dan gelmişlerdir. Avrupa da birbirleri ile savaşan ülkelerin tarafları olan farklı etnik,din ve mezheplere ait bu insanlar, yeni yurtlarında bu etkilerinden sıyrılmışlardır. Çünkü geniş topraklar vardı. İnsanların umutları vardı. En önemlisi insanlar savaş istemiyorlardı. 1900 yıllarına kadar etkinliği olmayan ABD, geniş topraklar , altın madeni, petrol ve kölelik sayesindeki bedava iş gücüyle gelişmiş ve sınırlarının dışına taşmaya başlamıştır. Bilinen tarihe göre de teknolojik ve askeri olarak dünyanın en yaygın gücünü oluşturmuştur. Amerika da oluşan bu uygarlık,sömürünün katkısı gerçeğine rağmen, bu uygarlığın semereleri tüm dünyaya yayılmıştır. Bir diğer gerçekte Amerikanın bu güç etkinliği sebebi ile İngilizce tüm dünyanın birinci derecede iletişim dili olmuştur. Ancak 11 Eylül saldırısı ile kapitalizmin son bulduğu ilan edilmiştir(benim yorumum). Bu saldırıyı kamu oyu önünde basite indirgeyerek El Kaide örgütüne yüklemeleri gerçeği saklamaktan başka bir şey değildir. Gerçekse, ekonomik çarkın dönmesi için ham madde yokluğu, ucuz iş gücünün olmayışı ,teknolojinin dünyanın diğer taraflarında da uygulanabilir olmasıdır. Fakat, ABD gücü, kendine ait bir kişilik yapısına sahip olmayıp, sadece kullanılan bir güç olduğu izlenimi vermektedir. Rus uygarlığına baktığımızda ; Rusya da aslında Amerikanın keşfiyle palazlanmaya başlayan bir güçtür. Ve İki Dünya savaşı ardından küresel ikinci bir güç olması sağlanmıştır. Yeni bir ideal (Komünizm) doğrultusunda, ekonomik ve siyasal yapılanma çerçevesinde. Bu idealizm aynı zamanda uygulama alanı dışında da tek tek insanları etkileyen bir anlayış oluşturmuştur. Aslında Komünizm gerçeğinin Rusya'nın kendi özünden ve gerçeklerinden çıkan bir anlayış olmadığı kesindir. Sadece uygulama alanı olarak seçilmiştir(inanç). Peki Komünizm uygulaması süresince ne olmuştur ? Toplumları birleştirici özellikler olduğu gibi aynı zamanda çatışma sebebi olan Irk aidiyeti , dinsel inanışlar, felsefe gereği ret edilmiş, sermaye devletleştirilmiş ve insanların, emeklerinin karşılığı eşit olması gerekliliği savunulmuştur. Neticede Rusya SSCB adı ile teze uygun olarak toplumları bir müştereklik altında 70 yıl süresince toparlayabilmiştir. Tabii şu da bir gerçektir ki toplumları kendi anlayışları dışında etki alanı içine almak için çok kan dökülmüştür. Ancak kapitalizmin bencillikten gelen dinamizmi karşısında (yeni buluşlar, girişimcilik),  kapalı bir ekonominin gittikçe küreselleşen bir Dünyanın basıncına dayanamaması sebebiyle çökmüştür. Bunlar İnsanlığın ders alması gereken büyük deneyimlerdir. Dolayısıyla toplumların genel istekleri dışında uç noktalara gidilmesi nehrin mecrasından akmasını değiştirmemektedir. İki dünya savaşının ardından, emperyalizmin merkezi olan Avrupa devletleri, Dünyayı sömürme yarışı içinde birbirlerini de kırarak ve dünyayı kan gölüne çevirdikten sonra anlaşma gereğini duymuşlardır. Geçmiş deneyimler ve çağın bilinç seviyesi çerçevesinde kapsamlı antlaşmalarla ve bireylerin görüşleri de alınarak, kurumsal bir yapı oluşturabilmişlerdir. Aslında kendi görüş ve tezlerim doğrultusunda böyle bir kurumsal yapıya Avrupa'nın ihtiyacı vardır. Çünkü farklı mezhepler,ırklar ve hala gelişmiş olsalar bile kabile (prenslik) yapısı da küçük devletçikler vardır. Dolayısıyla bunların belli bir büyüklük ve disiplin içinde birleşmeleri benim tezime uygundur. Elbette bu kurumsal yapı oluşurken kurucu güçlü üyelerin menfaatleri doğrultusunda olacaktır. Yani başta Almanya olmak üzere Fransa'nın. Çok karışık bir toplum yapısı olan bu coğrafya da dil birliğine ve kültür birliğine ihtiyaç vardır. Kurucu güçlü üyelerin tarihsel olarak eskilikleri,Yunanistan ,İtalya gibi ülkelere göre daha yeni olmaları bir handikap oluşturmaktadır. Doğadan örnek vermek gerekirse;Belgeselleri alıcı gözle izliyorsak, bu psikolojiyi anlayabiliriz. Erkek aslan yeni bir alana girdiğinde ilk olarak kendinden olmayan aslan yavrularını öldürür. Dolayısıyla doğadan ve gerçeklikten gelen bu psikoloji, AB yapılanmasında da uygulanacaktır. Geçmişte bir uygarlık oluşturmuş fakat geleceğe dair bir vizyon oluşturamayan ülkelerin geçmişe dayanarak bir mirasyedi gibi gelecekten rant elde etme anlayışı kabul edilmesi mümkün değildir. Bu anlayış doğrultusu ve planı içinde Yunanistan Avrupa birliğine adeta kolu çekilerek alınmış ve kayırılmıştır. Ancak mirasın sona erdiği bu günkü ekonomik durumdan anlaşılmalıdır. Yunanistan,Avrupa birliğinin oluşumu içinde geçmiş tarihi dolayısıyla bir ayrıcalık sahibi olduğu aldanışı ile, emperyalizmin gerçek planını görmekten uzak kalmıştır. Türkiye de bu planın bir parçasıdır. Olacak olan şudur ; Bu iddia ve kanaatimi 2006 tarihli yazımda da dile getirdim. Avrupa kriterlerine hiçbir şekilde uymadığı gibi, uzun vadeli amaçları içinde bir engel teşkil eden Türkiye'yi,Yunanistan ile çatıştırmak. Dolayısıyla her iki ülkenin nüfus olarak kırılmasını sağladıkları gibi ekonomik olarak da en zayıf duruma getirmek. Özet olarak kırk satır mı, kırk katır mı? Bugünkü durum itibari ile bu plana çok yaklaşmış bir durumdayız. Yaşayan uygarlıkların ,insanlığa yaptığı katkıları,kendi bakış açımdan açımdan yansıttım. Vurgulamak istediğim şey; savunduğum tez olan toplumların daha büyük organize yapı içinde olmaları gerekliliğidir. Dolayısıyla, bu güne kadar halen yaşayan uygarlıkların, geçmişi ne kadar muhteşem olursa olsun! Geleceğe ait küresel kapsamda bir idealleri yoksa ve kullanmakta olduğu dil için de bir nüfus desteği bulunmuyorsa o uygarlık artık tarihe mal olacaktır. Tıpkı Sümerler ve Eti uygarlıkları gibi . Şimdiye kadar bahsetmediğim İran'a ait Pers uygarlığı da bunlardan biridir. Diğeri de İsrail'dir. İsrail'in başta dinsel olarak güçlü bir belgesel tarihi vardır. Hali hazırda, tarihsel olarak var olan, antisemitizme rağmen, Dünyanda, ekonomik ve siyasal olarak etkinliklerinin en üst derecede olabilmesi ise çok ilginç bir durumdur. Bu sayede, geçmişte çıkarıldıkları topraklara, birlik ve ideallerinden kopmayarak, uzun bir aradan sonra dönme başarısını gösterebilmişlerdir. Bu başarıyı zaman -mekan -bilinç kavramı üçlüsünden sadece bilinçlilik göstergesini en üst derecede kullanarak gerçekleştirdiklerine şüphe yoktur. Uzun süre önce ayrıldıkları topraklara, ikinci Dünya savaşından sonra, İngiltere'nin gücü sayesinde dönebilmişler ve yerleşimlerinden sonraki varlıklarını devam ettirebilmeleri ise yine bilinçlilik göstergesi sayesinde kullanabildikleri ABD gücüdür. Fakat, diğer iki kavramın ifade ettiği başta duygusal emek olmak üzere mekandaki gereklilikleri, bilinçlilik kavramını desteklemediği,hem şimdiki hem de geçmiş tarih göstermektedir. Dolayısıyla arada büyük bir boşluk vardır. Bu anlayış, Siyonizmin kontrol ettiği tüm Yahudi halkın göz önünde bulundurması gereken önemli bir argümandır. Aynı kıyaslamayı, Osmanlılar için yaparsak, bu üçlü kavramdan bilinçlilik kavramını kullanamadığı için verdiği emeklerin karşılığını alamadığı görülür.
KÜRESELLİK – MÜŞTEREKLİK - EMEK
KÜRESELLİK:Yazımın başında, kullandığımız kavramlardan,aynı anlamları çıkarmamız gerektiğini belirtmiştim. Küresellik kavramı ile ilgili vereceğim örnekte farklı anlayışları görebiliriz. Yeni tanıştığımız bir kavram olan küresellik kavramı genellikle ekonomik boyutu ile algılanmıştır. Küresellik kavramını savunanlar sermayenin sınırsız dolaşmasının,dinamizm yaratacağını belirtirken, karşı taraf sömürünün artacağını savunmuşlardır. Dar kapsamda her iki tarafında haklı olduğu taraflar vardır. Benim anlayışıma göre Küresellik iletişim ve ulaşımın kolaylaşması neticesinde ,Dünyanın her şeyiyle kavranması ve insanın Dünyayla özdeşleşmesidir. Yani bilinçlenmedir. Şimdi biliyoruz ki; İklimsel değişiklikler zincirleme olarak Dünyayı tümden etkiliyor. Buna nükleer kirlilik de olmak üzere her türlü kirlilik de dahildir. Bizzat içinde yaşadığımız ve direkt olarak etkilendiğimiz ekonomik dinamizm ise bireysel olarak en çok algılanandır. Yani anlaşılacak olan, iletişim ve ulaşım olarak küçülen Dünyada her şeyin birbirine zincirleme bir etkileşim içinde olduğudur. Bu etki sayesinde,toplum ve bireysel olarak, olumlu,olumsuz her şeyden etkileneceğimiz gerçeğidir. MÜŞTEREKLİK:Bencilliğin karşıtı müştereklik anlayışıdır. Yazımın başından beri vurgulamaya çalıştığım bu anlayışı; Tarihin özeti kısmında ,tek insanı bencilliğin ,insanlığı ise müşterekliğin sembolü olarak kullandım. Aynı benzetmeyi oluşum kısmında insanı tek hücreye benzeterek yaptım. Eğer bu anlayış tam olarak anlaşılmaz ise yaşantımız içinde din,siyasal ve ekonomik olarak bir çok faktörün oluşumundaki aksaklıklarda anlaşılmaz. Sonuç olarak çözümün bir parçası olmak yerine sorunun bir parçası olarak yine sorunlardan şikayet ettiğimiz fakat kendi yarattığımız bir kısır döngüyü devamlı olarak yaşarız. Müştereklik anlayışı ilgilenmem; TÜBİTAK yayını olan Bilim Teknik dergisindeki, holografi hakkında olan bir makale ile başlar. Herhalde 30 yıl olmuştur. Bilindiği gibi lazer ışık demetlerinin farklı açılardan yansıtılması sonucunda,resmi çekilen bir cismi, üç boyutlu olarak bir diske kaydetmek mümkün. Daha sonra bu disk 2 ye tekrar 2 ye bölünse bile her bölünen parçada o resmin tümünü görmek mümkün oluyor. Yani teorik olarak sonsuza kadar bölünse bile en küçük zerrede bile bu resmin tümünü görmek mümkün olacak .Tek farkla resim her bölünme sonrası daha flu(silik) bir duruma gelmektedir. İŞLEM TERSTEN YAPILDIĞINDA İSE RESMİN HER ZAMAN DAHA SEÇİLEBİLİR OLACAĞI ŞÜPHESİZDİR. Belki de gerçekten holografik bir yapı içinde olabiliriz! Ancak bunu kavrayabilmek için yeterli bilgi ve bilinçlilik seviyesinde olmamız gerekiyor. Çünkü güç bireyin kendisin de olup , hem resmin anlaşılmasın da rolü olduğu gibi resmi aynı zamanda kendisi anlayacaktır(varoluş amacını). O halde müştereklik kavramını anlayacak insanların bilinçlilik standardına sahip olmaları gerekmektedir. Bu bilinçlilik de elbette yapıcılık ve ahlaki değerler doğrultusunda olmalıdır.
EMEK: Her canlı doğuştan itibaren, yaşamak için yeme, içme gereksinimini belirli bir dönemden sonra kendi sağlamak durumundadır. Bu ihtiyaçlarını sağlamak için bile yüksek oranda canlarını ortaya koymak durumundadırlar. Beslenmeyi sağlama işlemleri, insanın bilinç seviyesine göre devamlı iyileşme sağladığı bir gerçek olmakla birlikte, yaşadığımız zaman içinde bile çeşitli sebeplerle ölüm oranlarına baktığımızda ,diğer canlılardan farklı olmadığını görürüz. Emek kavramını, gerçek emeğin oluşumundan yani doğumdan itibaren ele alırsak daha iyi anlayabiliriz. Ana rahmine düşüşten itibaren doğuma kadar olan evreleri ve anne tarafından ortaya konulan emekleri biliyoruz. Doğum ve sonrasına bakarsak; Duygusal ve fiziksel olarak asıl emeği anneler vermektedir(bireysel yaratılış sürecinde katkı). Erkeğin doğumun oluşmasında rolü olmasına rağmen belirgin değildir. Fakat erkeğin rolü doğumdan sonra başlamakta ve var olan emeğin korunması yönünde olmaktadır(toplumsal oluşum sürecinde katkı). Neticede toplumsal şekillenme, insanların bilinçli bir şekilde anlaşmasından değil ,hepimizin bildiği gibi güçle (kan dökülerek) olmuştur. Bu emekler sonucunda sağlanan beraberlik ,bilgi gücünün de desteği ile birlikte müşterek yaşam benimsenmiştir. Fakat bu müşterekliğe bağlı olarak da insanlar, kendilerini besleyebilmeye ait doğal güdülerini ve olanağını kaybetmişlerdir. Geçmiş emeklerin sonucunda sağlanan bu modern yaşam içinde aslında ne kadar hassas bir dengede yaşadığımızın pek farkında değiliz. Yaşadığımız ülke dahil dünyanın bir çok yerinde doğal felaketler başta olmak üzere bir çok felaket geniş toplulukları etkilemekte. Felakete uğrayan insanların beslenme ve yaşamsal olarak çaresizliklerini ve yardıma ihtiyaçlarını, yayım ortamından izleyebiliyoruz. Fakat toplumsal organizasyonun olmadığı bir durum senaryosunu hiç aklımıza getirmiyoruz! İşte ancak kendi ihtiyaçlarımız olduğunda farkına vardığımız bu organizasyonlar, geçmişteki emeklerin tasarrufu sonucudur. Bu tasarrufa yukarıdaki temel emeklerden başka, Marksizm de belirtilen artık değer de dahildir. Çünkü yakın geçmişe kadar bir müessese olan kölelik ve ülkeler arasındaki ücret dengesizliği halen en modern ülkelerde bile bir şekilde uygulanmaktadır. Şimdiki zamana baktığımız da, insanlar mevcut sisteme adapte olabilmek ve kendilerini geliştirmek yolunda,  eğitim/öğretim için maddi ve manevi çabayı göstermektedir. Fakat nüfus artışı , teknolojik gelişimin istihdamı azaltan etkisi neticesinde yıllarca eğitim gören insanlar hayal kırıklığına uğramaktadır. Ayrıca adalet kavramı da sorgulanmaktadır. Çünkü dünyanın farklı coğrafyalarında aynı eğitimi gören ,aynı işi yapanlar arasında büyük ücret farkları vardır. Geçmişte emperyalizm sayesinde üstünlük kazananlar bunun devamından yana olmaları sorunu gittikçe çözülemez hale getirmektedir. İnsanların başta duygusal olmak üzere tüm emeklerden sonra çalışmaya amade oldukları halde sadece bir kağıt parçasına (para) ulaşmadıkları için kendilerini besleyebilme olanağından, yoksun olma durumu içinde kalmaları ,insan onurunu zedelemekte ve psikolojisini bozmaktadır. Dolayısıyla mevcut ekonomik ve siyasal sistemler artık yetersizdir. Özetlersek anlayış yetersizdir. Çünkü toplum ve birey olarak bencillik anlayışı içindeyiz.

ÇÖZÜME DOĞRU
Daha önceki bölümlerde ,yaşamımızı yönlendiren ve kişiliğimizi oluşturan olgularda, bencillik-müştereklik anlayışını ortaya koymaya çalıştım. Bu anlayışları anlayabilecek seviyede olmamıza rağmen,kendimizi bencillikten kurtaramıyoruz. Bu anlayış doğrultusunda her türlü rejim içinde liderler seçiyor, benimsiyor hatta destekliyoruz. Bunların sonucunda toplumsal olarak derinleşen bir ayrılığın psikolojik baskısını yaşamak mecburiyetinde kalıyoruz. Bu tip baskılar aynı zamanda faydalıdır da. İnsan psikolojisi baskı ortamından kaçma eğiliminde olup bunu gerçekleştiremese bile hayal etme işleviyle dengeler ve baskı ortamından çıkış arar. Hayal ise düşünme işlevini başlatır. Düşüncenin ham maddesinin, bilgi olduğu ise zannederim herkesin kabulüdür. Bu döngü içinde hayallerimizin de düşüncelerimizin de geçmişten daha rafine olması gerekir. Hala soğanın cücüğü ile ekmeğin hasını hayal etmemiz veya bunun bizden istenmesini kabul etmemiz bizim sorunlu olduğumuzun göstergesidir. Peki geleceğe ait bireysel ve toplumsal kaygı ortamı içinden çıkış için hayal ettiğimiz çözüm nasıl olacak ? Elbette bu çözümlerin de sahip olduğumuz bilinç seviyesine uygun olarak küresellik kavramı içinde yani tüm dünya toplumlarını kapsayacak şekilde olması gerekir. Geçmiş te olan her türlü bilgi ve deneyim bizim için basamak teşkil etmelidir. Tarihten,büyüklerimizden hatta kendi yaşantımızdan geçmişe baktığımızda teknolojik gelişmelerden,sosyal oluşumlardan geçmişe göre daha fazla faydalandığımızı göreceğiz. Peki bu faydalandığımız olgulara gerçekte bizim katkımız ne? Hakkımız ne olmalı? Hepimizin kişisel bakışı hakkımızdan az aldığımız anlayışın da olduğu herhalde tartışılmaz. Çünkü bu anlayışa ,arzuladığımız tarafa kıyaslayarak varırız. Mevcut teknoloji bu kıyaslamayı yapmamıza olanak vermesine rağmen (Dünyanın bir çok ülkesinde açlık ve yoksunluk çeken insanların varlığı) bencilliğimiz sebebi ile en yakınımızdaki benzer olguları bile göremeyiz. Peki halimizden memnun mu olmalıyız? Ya da bizden daha düşük standartlarda insanlar var diye kendimizden maddi olarak üst standartlarda olanları eleştirmemeliyiz mi? Hayır sadece anlayışımız hakkında kendimizi tanımlayarak bencillik-müştereklik kavramı ikilemi içinde nerede olduğumuzu bilmemiz gerekmektedir. Şunu da anlamamız gerekmektedir. Geçmişten gelen büyük bir emeğin sayesinde yaşamımızı devam ettiriyoruz. Bu emek ise tarih boyunca tüm insanların kan, beden ve düşünsel emekleridir. Bunu bu şekilde kabul etmeli,saygı duymalı, geleceğe bireysel olarak katkı yapmaya istekli olma anlayışında olmalıyız. Sahip olduğumuz bilinçlilik(farkında olmak)seviyesi ile anlamamız gereken diğer bir konuda ,var oluşumuzun amacını anlamaktır.Yaşantımız da hakaret anlamında kullandığımız otların bile var oluşu sebebi ile ne kadar çok ve önemli görevleri olduğunu biraz araştırma yaparsak anlayabiliriz. Bu konuda biraz daha ileri giderek, düşünür ve araştırma yaparsak var olan tüm canlıların besin zinciri içinde ve genel yapılandırma içinde varlıklarının sebebi dolayısıyla bir görevleri olduğunu görebiliriz. Peki insan olarak var oluşumuzun sebebi ne olabilir? Bize verilen eğitim sistemi içinde veya ortaya konulan bilgiler içinde bu olmadığı gibi konu olarak ta gündeme gelmediği kesindir. Din öğretileri içinde ise tanrıya kulluk olarak yaratıldığımız söylenir. Kulluğun tanımı nedir? Türkçede çok kullanılan bir terim olan kulluğun kullanım yerlerine baktığımızda; Padişahın kulu olma ağanın kulu olmak söylemlerine her zaman rastlarız. Fakat gerçekte ne padişah nede ağa kimseyi bedavaya beslemez. Dolayısıyla bu kulların her zaman için geçerli bir görevi vardır. İnsan olarak da bizim algılayabildiğimiz bir görevimiz olduğunu kabul etmek gerek Bu niçin önemlidir? Çünkü amaç belli olduğunda, tüm yapılanmalar da ona göre olur. Din kısmında, Tanrısal bir amacın insana yüklendiği yorumunu yaptım. Bu amacın da, Tanrının kendi yarattığı cennete gitmek olmayacağı kesindir. Dolayısıyla tüm geçmiş emekleri görmezden gelerek,ortalama 70 yıllık bir yaşantımız içinde sadece cennete gitmek amacı içinde olmak, düşünülmesi gereken bir inanç sistemidir. Bu şekildeki bir inanç sisteminin insanları bencil bir yapı içinde davranışa sürüklediği kesindir. Halbuki 800 yıl önce Yunus Emre nasıl da gerçeği kavramış ve insanın ne olması gerektiğini belirtmiştir. Sahip olduğumuz ve olacağımız bunca bilgiden sonra merak duygusunun dahi olmayacağı bir ortam düşlemek ve sonsuza kadar kolayca beslenme amacında olmak . Ne kadar garip değil mi ? Tüm bu açıklamalardan sonra kesin bir saptama yapıldığında ; Bizi etkileyen temel olguların, ekonomi dışında, din ve ırk aidiyetinin kuvvetli çekimleri olduğunu söyleyebiliriz. Bu argümanlarda çeşitli güç odakları tarafından toplumları devamlı geçmişte tutmak için kullanılmaktadır. Halbuki insanların bilgi ve bilinç seviyesi ile geleceğe dair hayalleri ve idealleri olmakla birlikte,oluşturulan bu çekim etkisine kendilerini çok kolay bir şekilde bırakabilmektedir. Ekonomiyi(beslenme )ayrı değerlendirmek gerekir diye belirttim! Çünkü Dünyanın dört bir yanında, insanlar ırk, din gözetmeksizin, çalışma amacı ile ortak amaçlar doğrultusunda birlikte olabilmektedir. Aynı iş birliği ülkeler arasında da olabildiği gibi, aşırı bencillik veya güvensizlik sebepleri ile yağma ekonomisi amacı içinde savaş ve çatışmalar içinde olduğumuz maalesef bir gerçektir. Burada sorun sıkça kullanılan küresellik kavramının sadece ekonomik olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, tüm toplumları ortak ideallerde birleştirecek anlayış ve fikirlere gereksinim vardır. Bu gereksinimi, olumlu olarak sağlayamazsak nüfus kırılması doğrultusunda yine gerekeni kendimizin yapacağından emin olabilirsiniz. Çözüme gitmek için kendi görüşüme göre yaptığım açıklamalar, önereceğim fikre yaklaşmak içindir. Amacım toplumların aynı ideal çerçevesinde birleşmesi olması gerektiğidir. Ancak bu ideali etnik ve dinsel olarak Türkiye de bile sağlayamamış olmamıza rağmen Dünya ölçeğinde gerçekleştirmek ütopya gibi gözükmektedir. Geleneksel olarak toplumumuza aşılanan bir kompleks olarak fikirler de dahil her türlü ithal ürüne bir hayranlığımız vardır. Bu kapsamda kendi üretimlerimize değer vermeyiz. Toplumu geleceğe dair olumlu şekilde etkilemesi beklenen, aydın veya aydın olarak lanse edilen kişiler de ,genellikle maddi, manevi ve kültürel olarak dışa bağımlıdırlar. Aydınların bu zafiyeti sebebi ile felsefi olarak bütün de olması gereken düşünsel ayrılıklar en küçük ayrıntıya kadar yansıdı. Şüphesiz bu anlayışın, topluma yansıması ise şiddet doğrultusunda oldu. Burada sadece aydınları suçlamak haksızlık olur. Aydınlar aslında toplumsal gücün yansımalarıdır.Yani kültür,bilgi seviyesidir. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; Eğer iyi bir koşucu bulmak istiyorsak bunu çoğunlukta aramamız gerekir. 1000 kişi koşturursak oradan iyi birisini bulabiliriz. Eğer bu seçimi 10000 kişi içinden yaparsak kesinlikle daha iyilerini bulabiliriz. Tabii bu iş iki yönlüdür. Bu işi organize edecek kişinin, seçimi en geniş alanda yapma isteği olduğu gibi ayrıca bu seçime katılacaklarında istekli olmalarıdır. Dolayısıyla seçimi yapacak olanlar zamanında seçim yapmasını bilemedikleri gibi öne çıkanlar veya seçilenler, köyün pehlivanının kendini cihan pehlivanı sanmasını, köylülerinde bunu kabul etmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak tarihimizde ,eğitime dönük işlemlerde başarılı olmadığımız bir gerçektir. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında, okuma yazma oranları aşağı yukarı bellidir. Şu yaşadığımız zaman içinde bile nitelik ve nicelik olarak durumumuz ancak üçüncü dünya ülkeleri ile kıyaslanabilir. Sorun belli olup, öncelikli olarak öğretimin etkin olduğu eğitimdir. Genellikle öğretim ve eğitim aynı anlamda kullanılmasına karşın, aradaki nüans farkını anlamak gerekir. Öğretimde bilgi gereği, bireysel gelişim,merak ve kişisel amaç doğrultusundadır. Eğitimde ise toplumsal gereksinimlerden doğan bir amaç doğrultusunda olur, Bu ise ayrı bir kişiliği meydana getirir(ulus-birlik). Dolayısıyla eğitimde dikte vardır ve belli bir oranda olmalıdır da. Sonuç olarak bu nüans farkındaki uygulama sonuçlarını rekabetçi ortamın gerçekleri belirler ve bizde tarih olarak okuruz. Genellikle de Tarih Tekerrürden İbarettir deriz. Bu açıklamalardan sonra küresellik kavramı ve müştereklik anlayışı doğrultusunda kendi sorunlarımıza gelirsek öncelikli olarak Kürt sorununu ele almamız gerekir.
KÜRT SORUNU
Şimdiye kadar ortaya koyduğum açıklama ve görüşlerden anlaşılacağı gibi insanı, müştereklik anlayışı içinde oluşan toplumsal bir kişiliğin parçası olarak ifade ettim. Dolayısıyla,her bir birey bu oluşum içinde yücedir ve yüce olmalıdır. Onun için eleştirilerim esas olarak zihniyetedir. Hiçbir kimseyi din ve ırk olarak küçümseme anlayışı içinde olmadığım bilinmelidir. Kendi bilgi birikimim ,yaşam deneyimim ve sahip olduğum anlayış çerçevesinde olgulara baktığımda, objektif olmaya çalışarak, Kürt sorunu hakkında şu görüşleri ortaya koyabilirim: Tarihsel olarak varlıkları bir gerçek olmakla birlikte, Kürtlerin tam açıklama yapılamayan bir tarihi de olduğu ayrı bir gerçektir. Fakat bu tarih akışı içinde farklı bölgelere dağılan bir nüfus yapısı olan bu halklar, hiçbir zaman bir devlet yapısı oluşturamadıkları gibi bir otoriteye de tam bağlanmadılar. Dolayısıyla ne kendilerine faydası oldu ne de bağlanmadıkları otoritelere. Buna sebep çağın çok gerisinde kalarak halen geçerli olmak üzere aşiret yapısı içinde olmalarıdır(feodal yapı). Dolayısıyla birey ve toplum olarak bunun bir bedeli olması gerektiği kabul edilmelidir. Osmanlılar bunu 500 sene önce büyük bir bedel ödeyerek gerçekleştirdiler. Bu tarihsel olguya bakarak, Kürtçülük sorununun ,Kürtlerin kendi özlerinden ve gerçeklerinden çıkmadığını söyleyebiliriz. Aslında bu hareketin emperyalist ve siyonistler tarafından ortaya konduğu tarihi olarak belgelidir. Bu gerçeği göz önüne alırsak, Kürtçülük hareketi için, öne çıkan önderleri de irdelememiz gerekir. Amaç Kürtlere dair olduğuna göre, önderlerinin de düşünsel yön hariç, samimiyet içinde Kürt olması gerektiğini düşünüyorum Öne çıkan önderler kim? Birisinin Ermeni asıllı olduğu diğerinin Yahudi asıllı olduğu söyleniyor(ırk anlamında değildir). Ermenilerin, kendilerini araç olarak kullanan batı emperyalizmi amacı içinde bir haritaları vardır. Siyonist hareketinde dinsel amaçlarından kaynaklanan bir haritaları vardır. Bu haritalara baktığımızda Kürtlere dayatılan harita ile aynı alanları kapsamaktadır! Bu topraklar da emelleri olan gruplarla Kürt hareketinin önderleri arasında ırksal ve amaç olarak bir ilişkinin varlığı açıkça görülüyor. Şimdi biz buna samimi olarak bir Kürt hareketi diyebilirmiyiz ? Kim ne için ölüyor, öldürüyor? Bunu öncelikle Kürtlerin sorgulaması gerekmektedir. Bu hareketin temelinde emperyalizm ve siyonizm varken, kurulacak bir Kürt devletinin kendilerine ve çevre ülkelere faydası olmasına olanak var mıdır? Dolayısıyla birlikteliklerin öne çıktığı bu zamanda, Kürtler,tarih boyunca niçin bir devlet yapısı oluşturmadıklarını sorgulayarak bu olguyu, Emperyalizm ve Siyonizm yolu ile sağlama anlayışından uzak olmalıdırlar. Devletlerin kuruluşlarında temel ölçeklerden birisi dil birliğidir. Mevcut durumda ise Kürtlerin kendi dilleri arasında farklılıklar olduğu gibi içinde yaşadıkları ülkelerin dil ve kültür hakimiyetinin bu halklar üzerinde büyük etkinliği vardır. Bu etkenlerin dışında aşiretçilik bağları da ileri derecedir. Kaldı ki Kürtler içinde Kürtçe bilmeyen Kürtler de çoğunluktadır. Dolayısıyla din dahil bir çok farklılıkların olduğu ve bir çok ülkenin kendi amaçları doğrultusunda el attığı bu alandan, Kürtler için bir düzen çıkması mümkün değildir. Devletlerin oluşumunda diğer bir kriter ise ülkü(ideal) birliğidir. İdeali toplumsal ve fikirsel, Amacı ise bireysel ve duygusal olarak tanımlamak konuyu daha anlaşılır kılar. Benim yıllardır izlediğim kadar Kürt halkının bir idealden çok amaçları vardır .Temel istek bireysel yaşam standartlarını yükseltme amacıdır. Büyük bir çoğunluğun bu uğurda alın teri döktüklerini hayranlıkla görüyorum. Ancak yazımın başından beri bir çok konu başlığı altında açıklamaya çalıştığım bencillik - müştereklik kapsamında, Kürtçülük hareketi sadece bireysel bencilliklerin toplamına yönelik bir kışkırtma hareketidir. Sonuç olarak dayatılan haritaların gerçekleşmesi halinde oluşacak devlet bu alanda sadece emperyalizmin tetikçiliğini yapabilir. Peki çözüm ne olmalıdır? Türkiye çerçevesinde ne Devlet ne aydınlar arasında (Türk-Kürt) gerçek bir çözüm üretilmemiştir. Dolayısıyla da başta Kürt halkının kafası karışıktır. Halk her yol Roma'ya çıkar anlayışındadır(bireysel bencillik). Halbuki yitirilen insanlar, değerlendirilmeyen ekonomik kaynaklar, geleceğe devredilecek negatif tasarruflardır. Yani bile bile yapılan borçtur. Çünkü olanları anlayacak yeterli bilince sahibiz. Çözüme gelince; Şimdiye kadar açıkladıklarım içinde zaten gözüküyor. Oluşum kısmında verdiğim örnekte olduğu gibi Kürtçülük hareketi farklı bir zihniyetten kaynaklandığı için bir ur durumundadır. Yani zihniyet değişikliği gerekmektedir. Bencillikten ve emperyalizm etkisinden uzak yeni bir zihniyet .Bu zihniyet değişikliği, Türk nedir kısmında açıkladığım Türk anlamında, Türk olarak ve yine aşağıda açıklamaya çalışacağım GÖKTÜRK ideali çerçevesinde olabilir. Tabii bu anlayışa varabilmek için önce emperyalizm tarafından pompalanan kin ortamından ve yine bunun uzantısı olan terör örgütünün saldığı korku ortamından Kürtleri kurtarmak gerekir. Çünkü Kürtleri temsilen ortada terör örgütü ve emperyalizm ile iş birliği içinde olan dar bir grup vardır. Bu sebeple de çözümü bizzat Kürtlere sormak en iyi çözüm yoludur düşüncesi de doğru olmayabilir. Çünkü feodal bir yapının hakim olduğu ve eğitim seviyesinin de düşük olduğu bir yapı vardır. Bunun sonucunda gelecek nesilleri de ilgilendiren sağlıklı ve bilinçli bir karar çıkması şüphelidir. Çözüm, üniversitelerde okuyan ve yüksek sayıda olduğuna inandığım gençliktir. Çünkü geleceği onlar yaşayacaktır. Dolayısıyla kendi geleceklerini korkuya teslim olmadan özgürce beyan etmeliler ve etmelerine müsaade edilmelidir. Ancak emperyalizmin yeni davranış biçimini de göz önüne almaları gerekir. Nedir göz önüne alınması gereken? Askerle direkt müdahale etmek yerine,çete yapılanması çerçevesinde, organize olan 3-5 bin kişilik ajanlar yolu ile planlarını gerçekleştirmek. Bu sayede başta can kayıpları olmak üzere minimum masrafla sonuca varmak. Evet yetişmiş Kürt gençlerinin, geçmişi, bugünü ve geleceği etki altında kalmadan kavrayabileceklerini ümit ediyorum. Çünkü bizden istene bir iç savaştır. Mevcut ortamın kaosu ve salınan korku nedeniyle sağduyulu görüşlerin öne çıkmasını engelleyerek geleceği ipotek altına almaktadır. Şunu soruyorum! Bu gün, cesaret gösterip de gerçek görüşlerini açıklayamayan, başta Kürt aydınları olmak üzere, sağduyulu tüm kesimlerin, şimdiye kadar olanlarla ve emperyalizmin başarılı olması halinde olacaklardan sorumluluğu olmayacaklar mı?

DİN SORUNU 
Dini açıdan yetkin olduğumu iddia edecek değilim. Tüm dinlere ait kitapları okumaya ve amacı anlamaya çalışan vasat birisiyim. Anladıklarımdan daha evvel bahsettim. Dünyada ,dine bağlılık açısından İslam alemi zannederim önde gelir. Fakat inanışlardaki ayrılıklar ve çatışmalar açısından da herhalde önde gelir. Bu ayrılıklar, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde emperyalizmin çıkarları doğrultusunda başta can kaybı,ekonomik ve kurulu düzen olarak bize epey pahalıya mal olmuştur. Tarih süreci içinde İslam alemi belli tarihlerde öne çıkmayı başarsa bile içinde olduğumuz zamanda, batıya karşı genel olarak geri olduğu hepimizin malumudur. O halde sorgulamak gerek, inandığımız din mi yanlış yoksa biz mi yanlış anlıyoruz. Fakat şunu kesinlikle söyleyebilirim ki inanıyorum diyenler yanlış anlıyor. Bu yanlışlığın temeli din kısmında bahsettiğim gibi geçmişe dayanmaktadır. Çünkü Kuran-ı Kerimin ilk gelen ayeti 'oku ' diye gelmiştir. Hz. Muhammet'in elçi olduğu çok açık olduğuna göre, ilk gelen ayetin de tek tek insanlara bir emir olduğu kabul edilmelidir. Bu ayet geniş anlamda geçmişte kullanılmadığı gibi hali hazırda da kullanılmamaktadır. Dolayısıyla bilgi edinmenin kutsal olarak kabul edilmeyişi neticesinde insanlar bilgi edinme gereği duymamışlardır. Bu sebeplede diğer farzlardan daha önemli olan bir gereği yerine getirmeyerek Kuranı-Kerimi okumamışlardır. Amacı sadece cennete gitmek olanlar başka ağızdan nakledilenlere güvenme kolaycılığına kaçmışlardır. İslam aleminin, kurumsal ve bireysel olarak dini Dünyaya yayma özlemi içinde oldukları yadsınmaz bir gerçektir. Ancak birlikteliği kendi içimizde bile sağlayamadığımız halde bu özlemin ham hayalden başka bir şey olmayacağı açıktır. Ayrılıkların temeline indiğimizde, bunun hadislere, sünnete dayandırıldığı olgusuna ulaşıyoruz. Halbuki Hz. Muhammet'ten kalan Hiçbir yazılı belge yoktur. Elbette bu geçmişten gelen her sözlü aktarımın yanlış olacağını göstermez ama doğru olduğunu da göstermez. Bilhassa hadisler açısından aşırılıklara baktığımızda ,mantık açısında bunların sorgulanması gerekir. Sonuç olarak hadis ,sünnet ve hurafeler Kuran-ı Kerimin önüne geçmiş, bu sebeple de mezhep ve tarikat yolu ile bir çok din meydana getirilmiştir. Hz. Muhammet, veda hutbesinden de anlaşılacağı gibi ölümünün yakın olduğunu biliyordu. Buna rağmen kendisinden sonra bir vekil bırakmamış ve önermemiştir. Sünnet bilindiği gibi Peygamberin Kuran'a dair söz ve davranışlarıdır. Dolayısıyla ölümünün yakın olduğunu bildiği halde Hz Muhammet'in kendisine bir vekil tayin etmemesin de, bir hikmet olduğu düşünülmeli ve bu davranış sünnet olarak kabul edilmelidir. Çünkü o Kuran-ı Kerime göre davranıyor ve kendisinin sadece bir elçi olduğunu bilerek kimsenin İslam dininin vekili olamayacağı mesajını vermiş oluyordu. O halde iddialı bir yorumda bulunarak ,hilafet veya şeyhlik gibi olguların dine aykırı olduğu görüşünü öne sürüyorum. Kaldı ki bu konuda ayetler var olup Hristiyanlık ve Yahudilik kast edilerek eleştirilmiştir. Eğer din konusunda bilgisi olan varsa bunu hiçbir maddi ve manevi menfaat temin etmeden samimi olarak insanlığa sunabilirler. Peki başta insanlık açısından olmak üzere toplumsal yaşantımız içinde potansiyel tehlike oluşturabilecek bu ayrılıklar nasıl giderilecektir. Dinin bu kadar ayrılıklar içinde olması, Kuran-ı Kerimin esas alınmamasından kaynaklanmaktadır. Buna sebep, farklı ırkların Kuran-ı kendi dillerinde okuyup anlamasına ait oligarşik yapının engelleridir. Ayrılıkların hem din tarihin de hem kendi tarihimiz de verdiği hasarlar göz önüne alındığında, hilafet anlayışının dışında din işlerini organize edecek bir kurula ihtiyaç olduğu görülür. Neden bir kurula ? Çünkü farklı mezheplerin var olmasının yanında, tek kişiye bırakılmasının, tarihsel deneyimlerini de göz önüne almak gerekir. Bir söz vardır ''savaş o kadar önemli bir iştir ki generallere bırakılamaz diye''. Aynı durum din içinde geçerlidir. Yani bu kurul, bağımsız zihniyette bilim adamlarının da içinde olduğu özerk bir kurum olmalıdır. Bu kurul şimdiki olanaklar kullanılarak, kamu oyu araştırması doğrultusun da , halkın mutabakatı alınarak oluşturulduğun da, halkın hurafelerden ayrılıklardan uzaklaşacağı kesindir. Kuran-ı Kerim de asıl vurgu sadece tek bir tanrının olduğudur. Dolayısıyla algılanması gereken ve evrensel olan esas budur. Bu algılanması gereken esasın yanıda diğerleri ayrıntıdır. Bu anlayışı kabul ederek ,Türkiye olarak İslam alemindeki farklılıkların giderilmesi yönünde öncülük yapabileceği gibi, dinler arasındaki rekabetin kalkması yönünde de öncülük yapabilir. Al İmran- 64 bu anlayış için rehberdir.

ÇÖZÜM
Toplumsal ve dolayısıyla bireysel olarak gittikçe daha çok bilinçleniyoruz. Bilgi ve bilinçliliğimiz,aklımızın mercekleridir aynı zamanda. Dünyanın çeşitli yerlerin de devamlı olarak çeşitli konularda araştırmalar yapılıyor ve yeni buluşlara ulaşılıyor. Bu yenilikler günlük yaşantımıza girerek bizi gittikçe daha fazla etkiler hale geliyor. Bunun sonucunda makro ve mikro düzeyde, düşünme ve hayal işlevlerimizin çapı devamlı olarak genişliyor. Bu sayede,bir takım sorunların geleceğe ait olası etkileri üzerine de öngörüde bulunabiliyoruz. Her türlü kirliliğin,iklimin ,düşecek bir gök taşının yanında ekonomik olarak küçük bir ülkenin durumunun bile Dünya'yı ve dolayısıyla birey olarak bizleri etkilediğini/etkileyeceğini artık anlayabiliyoruz. Ve geleceğe ait bu kaygılar neticesinde bireysel menfaatlerimiz bazı çözüm arayışlarında kesişerek müşterek bir anlayışın oluşmasını sağlamaktadır. Ama bu anlayışın küresellik boyutunda olması gerekir. Bunun içinde idealist olmak gerekir. Fakat idealist olmak için bilgi kirliliği sorunu vardır. Eğitim ile öğrenim arasında nüans farkı olduğunu açıklarken belli oranda dikte olması gerektiğini belirtmiştim. Mevcut durumda ise dikte oranının öğretimin üzerinde olduğu kanaatinde olduğumu söyleyebilirim. Bunun içinde mevcut sistemin dışında yeni anlayış ve bakış açısına ihtiyaç vardır. Bu anlayışı da birey olarak kendimizin belirlemesi ve kabul etmesi tek çözüm yoludur. Yeni anlayış zaten bize öğretilerin içinde var olan ve Türk nedir kısmında, var olan anlamı içinde açıklamaya çalıştığım GÖKTÜRK idealizmidir.

GÖKTÜRK İDEALİZMİ 
Kendi isimlerimize ait anlamları merak eder araştırırız. Bu aynı zamanda özel isimleri köken olarak araştıran onomastik adı altında bir bilim haline de gelmiştir. Onomastik'in bilim olarak tanımlanması doğru olur mu bilemiyorum ancak gerekli olduğuna inanıyorum. Çünkü kullandığımız kavramlardan aynı anlamların çıkarılması gerekliliğini giriş kısmında belirtmiştim. Göktürk kelimesinin anlamı üzerine de zannederim ilk yorum yapan benim. Birleşik bir isim olan Göktürk ismini var olan anlamları içinde, Tanrısal güç olarak açıkladım. Gök isminden başlayarak açalım. Tarihin başından itibaren insanlar büyük bir gücün farkında olarak tapınma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bilinç seviyelerine göre de bu gücü somutlaştırarak genel olarak taşlarda objeleştirmişlerdir. Gücün göstergesi şimdi olduğu gibi geçmiş tarihlerde de elbette ki doğal olaylar ve göstergelerdi. En büyük göstergenin Her gün bir kere doğan,batan ,ısı ve ışık kaynağı güneş olması gerektiği şüphesizdir. Bir günde doğayı yeşile döndürebilen yaşam kaynağı yağmurlar,yıldırım ve şimşekler de gökte oluşuyordu. Dolayısıyla Gök kelimesinin tanrısal kavram ile eş değer olduğu kesindir. Türk kelimesi anlamını,türeyiş veya töre manasında yorumlayanlarda vardır. Bu anlamları ile yorumladığımız da,Tanrıdan türeyenler veya tanrısal yasa anlamları da çıkabilir ki bu anlamlarda , Tanrısallık kavramı içindedir. Sonuç olarak bana göre en doğru açıklama Tanrısal güç anlamıdır. Şimdi bize sunulan bilgi çerçevesinde tarihsel olarak açılım yapmadan şunu da belirtmek gerekir. Bize sunulan dedim. Çünkü, her konuda bazı şeyler o kadar çabuk değişiyor ki! Şimdiye kadar doğru bildiğimiz bir çok şeyin aslında öyle değil de böyle olduğu iddiası ortaya atılıyor. Şimdi benim bu açıklamaya çalıştığım olgular içinde aynı iddialar ortaya atılabilir. Var olan doğru olmadığı takdirde, yeni olarak ileri sürülen de doğru olmayabilir. Onun için biz şimdiki bilgileri karine olarak kabul ediyoruz. Etmekte de ,hiçbir mahzur olmaz. Önemli olan geleceğe ait doğruya ulaşmak. Doğruya ulaşmak için geçmişten gelen her türlü bilgi, mitolojiler de dahil olmak üzere değerlendirilmelidir. Tarihsel bir gerçeklik taşıyan Göktürkler, aynı zamanda içinde mitolojileri de barındırır. Mitolojiye göre Ergenekon destanı ,Göktürklerle ilgilidir. Güçlerinin doruklarında olan Göktürkler,düşmanları tarafından çekirdek bir grup kalıncaya kadar yok edilirler. Son kalan iki aile zorlu bir geçitten geçerek verimli bir yurtta 400 sene kalarak çoğalırlar. Görüldüğü gibi basit bir hikayeye benziyor. Fakat,zaman olarak tarihi belirsiz bu hikaye, sözlü olarak kuşaktan kuşağa nakledilerek ve kutsallaştırılarak zamanımıza kadar geliyor. Demek ki bir giz ve geleceğe ait bir mesaj var! Eğer bir giz varsa ve bunu tam açıklayamayacağımıza göre yorum yapmamız gerekiyor. Mitolojide açıklanan bilgilere göre,Göktürkler Ergenokon'dan önce büyük bir güç olarak geniş alanlara hükmediyorlardı. Son iki ailenin, dar bir alanda kalarak çoğalmalarından sonra 400 yıl geçmesine rağmen bu hükmetme ideali unutulmuyor ve aynı canlılıkla ifade ediliyor. Dikkat edilirse , bulundukları alanın dar gelmesi neticesinde çıkış için birlikte karar veriyorlar ve bir lider ismi anılmıyor. Buradan özü itibari ile çıkaracağımız sonuç ,var olan bir idealin aynı canlılıkla halk tarafından benimsenerek devam ettirilmesidir. Bu anlayışı,Kaşgarlı Mahmut'un Divani Lügati't Türk adlı eserinde görebiliriz. "Allah'ın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Allah onlara Türk adını verdi. Ve yeryüzüne hâkim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları Türklerin eline verildi. Türkler Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Hak’tan ayrılmayan Türkler, Allah tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır, onlara derdini dinletmek, bu suretle her türlü arzuya nail olabilmek içinTürkçe öğrenmek gerekir. Bu paragrafın bazı cümlelerine bakarak, daha önce yazdıklarım ile çeliştiğim iddia edilebilir! Türk kelimesinin ırkçılık anlamında kullanılması sebebi ile. Irklara ait anlayışın bilimsel temeli olmadığını daha önce belirttim. Dini inanışlar da ilk insanın Adem olarak yaratıldığı, Evrim teorisine göre ise tek hücreden oluştuğu iddiası, her zaman için bir çatışma ortamı yaratmıştır. Her hangi bir teoriye inansak bile neticede her ikiside bir tekliği ifade ediyor. Sahip olduğumuz merak duygusu ile bunları sonsuza kadar veya ispat edinceye kadar her zaman için araştıracağımız bir gerçektir. Dokuz yy. önce beyan edilen bu paragrafta , Türk adı ile anılsa da hak kavramı ile özdeşleşen tek bir otoritenin özlemi ve gerekliliği görülmektedir. Bu görevin de Allah tarafından Türklere verildiği inancı belirtilmektedir. Dolayısıyla Türk' ün anlamını güç olarak, Göktürk adını ise tarihiyle birlikte idealizm olarak kullanmakta ve kabul etmekte hiçbir sakınca yoktur. Kim tanrısal bir gücün ve idealizmin bir parçası olmak istemez? Yaşadığımız ülke ve çevremizde dahil olmak üzere sorunların çok olduğu bir bölgedir. Ayrılıklar ve bencillikler sebebi ile artan oranda gerilim potansiyeli taşımaktadır. Kullanılan argümanlar etnik,din ve yine dinin kendi içindeki mezhepsel ayrılıklardır. Bunların tümü geçmişe dayalı olup, geleceğe ait bir ideal doğrultusunda birleşmemize engeldir. Kesinlikle bir karar vermemiz gerekiyor! Geçmişe mi tabi olacağız, geleceğimi yakalayacağız? Ortaya atılan görüşlere göre içinde yaşadığımız asrın Türk asrı olacağına dair söylemler öne çıkmaktadır. Olgulara baktığımızda, Dünyanın çeşitli yerlerin de Türk okulları açılıyor, ekonomik krizlerden ise daha az etkileniyor ve bir ivme yakalamış gibi görünüyoruz. Kendi içimizdeki olguları somut göstergelere göre incelediğimizde ise bunu destekleyecek bir taban olmadığını görüyoruz. Öncelikle Türklük anlayışına dair bir karşıtlığın varlığı açıkça hissediliyor. Hatta buna karşın bir savaş verildiğini görüyoruz. Ekonomik olarak ise stratejik yatırımların yabancı çoğunluğa devredildiğini ve ithalata dayalı bir ekonomik dinamiği görüyoruz. Cari açığa baktığımızda ise aslında bizim bir şey üretemediğimiz görüntüsü öne çıkmaktadır. Evet geçmişe baktığımızda, bir çok alanda, sosyal ve ekonomik olarak iyileşmenin varlığına rağmen, tabanın güçlü olmayışı nedeni ile göründüğünün ve sunulanın aksine bir zafiyetin olduğu gittikçe daha fazla hissedilmektedir. Bizden istenen dinsel anlamda (bizim isteğimizin ne olduğu sorulmuyor!) başta Orta doğu ülkeleri olmak üzere Müslüman ülkelere model teşkil etmemizdir. Aynı durum, SSCB dağıldığında da yeni kurulan Türk Cumhuriyetlerine ağabeylik yapmamız anlayışında da vardı . Uluslar arası ilişkiler literatüründe, ağabeylik denen bir kavram olabilir mi? Dolayısıyla bu anlayışlar, benim Kürtçülük hareketinde eleştirdiğim gibi kendi özümüzden çıkan bir anlayış değildir. Kimdir ya da kimlerdir bize rol biçen güçler? Bu verilen rollere uymak, başta kendi çıkarlarımız açısından doğrumudur? Ya da etkinlik sağlayacağımız ülkeler nezdinde bize prestij sağlayıp güven mi doğuracak? Yoksa zamanın da Cezayir'in bağımsızlık oylamasındaki gibi gelecek tarihe utanç sayfası mı bırakacağız? Türkçe de ne güzel deyişler var! ''Başkasının ipi ile kuyuya inilmez '' diye. Zamanında, Cezayir oylamasında kişiliksiz davranarak yanında yer aldığımız Fransa'nın o tarihten itibaren düşmanlığından başka ne gördük. Dolayısıyla, güdümünde hareket edeceğimiz güçler için suyu(petrolü) kovaya doldurduktan sonra kuyu da kalmamız çok büyük ihtimaldir. Bize dikte edilen model ve ağabeylik rollerini ise, demokratik bir yapısı olmayan ülkelerin diktatör statüsündeki liderleriyle oluşturmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla liderlerin değişmesi ile birlikte her türlü emeğin boşa gitmesi yanında, beklentilerin tersi bir durumla karşılaşma rizikosu yükseliyor. Netice de kendi içimizde sıkışıklık yaşadığımız gibi buna birde çevre ülkelerden gelecek basınç eklenecektir. Bu olguyu tersine çevirmek mümkündür. Eğer biz inanırsak ve kendi tarihimizi anlayarak sahip çıkarsak bu olabilir! Bunun için öncelikle bize öğretilen ve Cumhurbaşkanlığı forsunda da bu anlayışı ifade eden,Tarihimize bir bakalım: Cumhurbaşkanlığı forsunda, Türk Tarihinde başarı göstermiş devlet ve imparatorluklar 16 yıldızla sembolize edilmiştir. Bu devletlerin, etkiledikleri ve hükmettikleri alanlara bakarsak ,alan olarak Dünyanın yarısından fazladır. Nüfus olarak etki alanına baktığımızda ise en az 2/3 sidir. Halen yaşadığımız alanlar,zaman-mekan-bilinç çerçevesinde oluşan ve duygusallıktan da kaynaklansa,belli bir amaç, ve emeklerin sonucudur. Bu alanlarda, sahip çıkmamız gereken kan emeği vardır (ölen ve öldürenlerin hepsi için). Bu emeklere ait duyguları, Mehmet Akif Ersoy, başta İstiklal Marşında olmak üzere çok iyi ifade etmiştir. Tarihimize değişik bir açıdan bakarak bazı şeyleri sorguladığımızda zannederim ortak bir anlayışa varabiliriz!Bize öğretilen tarihe göre Orta Asyadan çıkan bir kavim (o zaman için Türk ismi yok) zamanın olanaksızlıkları içinde organize olarak kendi merkezinden 10000 Km. Uzakta operasyon yapabiliyor. O zaman ki bilinç seviyesi ve lojistik olanaklar göz önüne alındığında bu olağanüstü bir durumdur. Bu başarının, öncü kavimde yaşayan nüfusun birlik ve inançları sayesinde olduğu kesindir. Fakat Dünyayı güçlü bir şekilde etkileyen bu gücün yerleşik olarak, erken tarihlere ait bir uygarlık kalıntısı da yoktur! Bu durumu ,uygarlıklar kısmında kısmında şöyle açıklamıştım: Türk gücünün yüklendiği misyonun, taşa şekil vermekten çok toplumlara şekil vermek yününde olduğunu. Kim yüklemiştir bu misyonu ? Uygarlıklar kısmında ;bu inancımın mantıksal çıkarımdan kaynaklanan ve tanımlanamayan bir gücün doğrultusunda olduğunu belirtmiştim. Bilimsel olarak bir çok tez ortaya konuyor ispatlanması olmadığı halde teori olarak inanılıyor. Bu inancım da buna benzemektedir. Diktenin de olduğu öğretilerle sahip çıktığımız bu tarih dolayısıyla, şu soruyu sormamız gerekiyor! Niçin başka uygarlıkların ve devletlerin, farklı yerlerde Türklerin ki gibi bir yapılanması olmamıştır? Türkler göçebe topluluklar olarak nasıl bir çok devlet kurabilme başarısını gösterebilmişlerdir? Türk hareketi genelde devamlı olarak batıya doğru olmasına rağmen,batı güçlerinin ki ise doğuya doğru olmuştur. Bu dinamik hareketin varlığının ve amacının farkına vararak hareketi,küresellik doğrultusunda olumlu şekilde devam ettirmek yerine, tersine gücünü yok edecek etnik,din ve siyasal ayrılıkların içindeyiz. Siyasal ayrılıklar ise Osmanlıcılık ve Cumhuriyetçiliktir. Bir kesim 1923 öncesini yok sayıyor ve kötülüyor, diğer kesim ise aynı mantıkla 1923 sonrası için bunu yapıyor. Bu düşünceleri savunan her iki kesimde iktidar olmuştur. Fakat kendileri ile çeliştikleri ve farkına varamadıkları durum, Cumhurbaşkan'lığının forsundaki ortadaki yıldızın çevresindeki 16 yıldızdır. Bu durumu fark etmek, tüm tarihe de sahip çıkmayı gerektirir. Bir kısmını kabul veya ret etmek ise, benim açımdan, dış güçlere bağlılığı gösterir. Geçmişe tamamen duygusal bakmak ,aşırı bağlılığı veya karşıtlığını oluşturur ki bu da kin duygularına sebep olur. Şu anda da, maalesef bu paradoksu yaşıyoruz. Geçmişe bağlılık veya kin gütme yerine, geçmişi objektif olarak olarak değerlendirerek, çağdaşlarına göre neler yanlış yapılmıştır neler yapılsa daha doğru olur diye, sorgulamak gerekir. Böyle bir sorgulama yapmak için elbette bir amaca vakıf olmayı gerektirir. Bu amaçta Göktürk ideolojisidir. Bu ideolojiyi açıklamak için bir çok kritere ihtiyaç duyulmaz. Zaten açılımını yapmaya çalıştığım şekilde, asıl gücü kelime anlamından kaynaklanmakta olup, amacı da GÖK KUBBE EVİMİZ, GÜNEŞ BAYRAĞIMIZDIR olarak çok net ifade edilmiştir. Fakat, en temel kriteri,zaten varoluşumuzun gereği olduğuna inandığım bilinçliliktir. Bu kavram olmadan nasıl değerlendirebiliriz geçmişi? Nasıl planlayabiliriz geleceği? Ve biz anlamak istemesek bile, nasıl kavrayabiliriz aslında evrensel bir müştereklik içinde olduğumuzu? Evet Göktürk idealizmi bizi en azından asgari müştereklik içinde birleştirebilecek bir anlayıştır. Sadece kabul etmek gerekiyor. Bir düşünün bireysel ve toplumsal olarak neleri kabul ettiklerimizi ve kabul etmeye mecbur bırakıldıklarımızı!
   Gaz sınıfı elementler, kapalı ortamlarda ısındıkça hareketlenir ve çepere olan basınçları artar. Çeper yeteri kadar güçlü değilse, basınç sebebi ile parçalanır ve basınç dışarı salınır. Biz insanlar olarak da aynı gaz sınıfı elementleri gibi ısınıyoruz. Sanal sınırlar veya bir kap olarak tanımlayabileceğimiz Dünya içinde. Bizleri ısıtan kendi hayallerimizdir. Kendi hayallerimiz nedir biliyoruz! En güçlü olmak en zengin olmak değil mi? Bu hayallerimiz neticesinde artık Dünya yetersiz kalıyor. Eğer bencilliklerimiz sebebiyle oluşan bu basıncı olumlu bir şekilde kanalize etmeyi beceremezsek, artan basıncın sonucuna da katlanacağız. Şöyle bir açıklama yapmıştım; İnsanlar bu şekilde basınç altına girdiklerinde ve çıkış aramaya başladıkları zamanda hayal gücü devreye girerek bu basıncı dengelemeye çalışır diye. Hayal gücünden de düşünceye ve düşünceden fikre ulaşırız diye bir görüşe varmıştım. Ben de bu basınçlardan etkilenerek düşünüyor ve fikir üretmeye ,çare bulmaya çalışıyorum. Fikirler, düşüncelerin ileri aşama durumu olup ,nihayetin de soyut veya somut olarak vücut bulurlar. Somut düşünce ürünleri eşya olarak yaşamımız da yerini alırken, soyut fikirler de, bunu kabul eden insanların birlikteliklerini, seçim yolu ile veya bir yerde aynı amaç altında toplanarak , göstermesi ile belirginleşir. Şimdi benim ileri sürdüğüm düşünce veya fikirler için seçim yapmak mümkün olmadığına göre! Açıkladığım ve topluma sunmaya çalıştığım bu görüşlerim kabul gördüğün de ,nasıl vücut bulacaktır? Bunu yolunu yine tarihten gelen ,belki de geçmişte gerçekten vuku bulmayıp geleceğe ait bir mesaj olduğuna inandığım Ergenekon sembolünü kullanarak olabileceğine inanıyorum. Ergenekon'un ana teması neydi? Fiziki olarak sıkışık bir durumdan mevcut toplumun mutabakata vararak çıkışı ve bir ideale devamın anlayışı idi. Eğer ortak karar verip,dinamizm göstermeselerdi ne olurdu bir düşünün? Mitolojik olarak,geçmişten geleceğe ait bir mesaj olduğuna inandığım Ergenekon isminin , maalesef suç örgütüne ait bir isim olarak lanse etme çabaları vardır. Kabul etmemelerine rağmen bir grubun , Ergenekon isimli bir örgütün üyesi olarak yargılandıkları güncel bir konudur. Elbette, mevcut hukuka göre her türlü suç, hukuk çerçevesinde yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır. Ancak bu olgular içinde bundan zarar görenler belli ölçüde mazur görülse bile ,daha çok Ergenekon isminin, devamlı ve planlı şekilde dejenere edilerek kullanılması özellikle dikkat çekicidir. Eğer gerçekten böyle bir örgüt varsa(Ergenekon suç örgütü) ve karşı tarafın da haklı gibi görünerek Ergenekon ismini dejenere ederek kullanmasının bende uyandırdığı kanaat şudur: Her iki taraf da aynı gücün amacına hizmet etmektedir (çoğunluğu bilmeyerek) .Bu gücün amacı ve mesajı nedir? Ben sizi Ergenekon'dan çıkarmam! Aslında bu anlayış da bizim için belki bir dürtü mesajı olabilir! Eğer, mevcut durumda , Dünyada ki ekonomik ve siyasal dinamizmin olumsuz etkilerine ait basıncı hissediyor ve geleceğe ait bir kaygı duyuyorsak, belli kurumların veya etkilerin tesiri altında kalmadan içimizden gelerek bir tepki verilmesine gerek vardır. Yani Ergenekondan çıkış gerekmektedir. Fakat, bu çıkışın asıl gerekçesi, bencilliklerden arınacağımızın ve müştereklik anlayışını kavradığımızın anlayışıdır. Çünkü şikayet ettiğimiz bir çok olgunun bizzat içindeyiz veya destekçisi biziz. Ergenekon'dan çıkış elbette Göktürk ideali doğrultusunda olacaktır. Tarihi öğreti olarak zaten sahip çıktığımız bu ideal, Daha önce bahsettiğim gibi Dünyanın yarısından fazla bir alanı etkilemiştir. Geçmişte zaman-mekan -bilinç kapsamında duygusallık doğrultusunda olan bu ideali , bilinçlilikle tüm Dünyayı kapsayacak şekilde ve GÖK KUBBE EVİMİZ GÜNEŞ BAYRAĞIMIZ özlemi içinde devam ettirmeliyiz. Peki ne yapmamız gerekiyor? Geçmişe ait değer yargılarımız da uzlaşabiliyorsak ve geleceğe ait bir ideal doğrultusun da emek vermeye amade isek ve bu yazıyı yazmaktaki amacım olan bilinçlilik kavramına sahipsek bu bilinçliliğimizi göstermemiz gerekiyor. Bunun içinde, yine tarihimizde belli bir anlamı olan ve yeni anlamlar yükleyeceğimiz Türk Bayrağını sembol olarak kullanarak kendimizi ifade etmeliyiz. Nedir Türk Bayrağının anlamı? Tevatür de olsa anlatım şudur; Vatanı savunan askerlerimizin ,savaş sırasında akan kanları üzerine ,Ay ve yıldızın yansımasının sembolize edilmesidir. Bu olmayacak bir şey değildir. Milyonlarca şehidin olduğu tarihimizde bir kişinin bile bu benzeşimi yapması yeterlidir. Önceki bölümlerde ve bilhassa emek kısmında belirttim. Kan emeğinin, en önemli emek olduğunu! Düşünün! 20 yaşında bir genç, kendine inandırılan değerler doğrultusunda toplum için canını feda ediyor. Geleceğe ait hayalleri,bakması gereken bir ailesi varken ve hiçbir maddi çıkar düşünmeden yaşamını ortaya koyuyor. Büyük ihtimalle ,yaşamının sonlanacağını bilerek. Belki fırsatlar çıkacak önüne, okuyacak bilim adamı ,sanatçı veya zengin olacak! Eğer ölmeyecek olsa!! Evet Türk Bayrağın da sembolize edilen anlam budur. Dökülen kanlar elbette karşılıklı olarak, farklı idealler doğrultusunda olmuştur. Başta emperyalizmin idealleri. Fakat biz Göktürk ideali doğrultusunda, emperyalizm amacı ile aldatılmış olsa da,Türk askerinin samimiyeti içinde ölenlerin kanına da sahip çıkıyoruz. Bunlar simgesel olarak, Anzak'lar da olsa, PKK'lı da olsa . Sahip çıktığımız, hiçbir maddi çıkarın olmadığı samimiyettir. Kan emeğinin yanında, din, ırk gözetmeden tüm insanlığa her türlü katkıyı yapmış insanların emeğini de kabul ediyoruz. Ve bu emekleri, Türk Bayrağı anlamı içinde temsil edildiğini düşünerek, yüceltiyoruz. Dolayısıyla Türk Bayrağı, daha çok bireylerin bayrağıdır. Birey olarak,geçmişteki emeklere sahip çıkan ve geleceğe emek tasarrufu yapabilecek bilince sahip olanların sembolüdür. Göktürk ideali, şimdiye kadar yazdıklarım ile ifade edebildiysem, insanlığa gidiş anlayışıdır. Eğer bu anlayışı kabul ediyorsak, bu anlayışı var olan sembollerle gösterelim. Ve elimizdeki Türk Bayraklarıyla Ergenekon dan çıkalım. Çıkalım ki hem başta kendi ülkemizde barışı sağlayalım ,hem de şimdiye kadar duyguların yolu ile etkilediğimiz Dünyayı bilinçlilikle etkileyerek yeni bir kapı aralayalım. Büyük kütle, fiziki olarak çekim alanı yaratır. Fikirlerde aynı etkiyi yapabilir. Eğer biz de,tüm Türkiye sathında, bir gün içinde aynı amaçla milyonlarca kişi meydanlara yürürsek bu çekim etkisini yaratabiliriz. Ama bu yürüyüş, örgütsüz bir yürüyüş olmalıdır. Ne bir pankart taşınmalı ne bir slogan atılmalıdır. Kinden uzak, sevgi anlayışı içinde. Sadece birey olarak bilinçliliğimizin kendimize ispatlanması ve Göktürk idealini kabul ettiğimiz amacı ile. O zaman bir çok şey değişecektir. Başta, bizi ayrıştırarak duygularımızı kullanan güçleri. Aynı zamanda bize belli güçlerin diktesi olarak kabul ettiğim, Türk devletlerine ağabeylik yapmak veya Müslüman ülkelere model olmak gibi planları kendi inisiyatifimiz ve bir ideal doğrultusunda yapabilmemizi sağlayacaktır. Çünkü, sağlayacağımız bu beraberlik gücü tüm bu bu alanlardaki insanları tek-tek etkileyecek ve sonucunda gerçek ve bencillikten uzak yeni birlikteliklere yol açacaktır.
    Eğitim sistemi içinde, bize çağları öğretirler ve çağlar da tarihsel olarak da belirlenir. Geçmişe dair bu tarihlendirme işlemini kimler yapar bilinmez ama! O çağdaki yaşayanların bu işlemlerden kesinlikle haberi olmaz. Bu çerçevede, diğer bir mitoloji de güncel olarak sıkça bahsedilen Maya takvimine ait mitolojidir. Bilindiği gibi 21 aralık 2012 için genellikle olumsuz değerlendirme yapılarak kıyamet öngörülerinde bulunuluyor. Diğer bir yorum da çağın son bulması üzerine. Kıyametin kopacağına inanmıyorum ama, çağın değişmesi gerektiğine inanıyorum. Hangi çağdan hangi çağa geçeceğiz veya geçmemiz gerekiyor? Göktürk mitolojisin e kriter olarak bilinçlilik kavramından bahsetmiştim. Bu bilinçlilikle, 21 aralık tarihini, adını kendimiz koyarak yani farkında olarak bilinçlilik çağının başlangıcı ilan edebiliriz. Biten çağın adı da duygusallık çağı olur.Eğer gerçekleşirse Ergenekon çıkışı da böyle bir anlayışın öncü hareketi olur. Görüldüğü gibi olumsuz bakışları olumluya çevirmek çok kolay. Eksik olan ise düşüncelerin, eyleme dönüşmesindeki sorundur Bir fıkrayla örneklersek; Her bakımdan makbul adamın biri tüm çabalarına rağmen, hayatı boyunca maddi sıkıntı çekmiş. Bu sıkıntıları sebebi ile de Tanrıya yalvarır ve piyangodan kendisine para çıkması için dua edermiş. Adamı izlemekte olan melekler, Tanrıya,bu durumu iletmişler. Tanrı, evet ben de farkındayım, isteğini yerine getireceğim ama ne yazık ki piyango bileti almıyor. Biz de kendimizi müştereklik kavramı ile özdeşleştirdiğimiz de: Yaşadığımız ülke ve Dünya toplumları olarak sıkıntılarımız olduğu bir gerçektir. Fakat bu sıkıntılar sonucunda oluşan duygu ve düşüncelerimizi ifade etme gerekliliğini yapmaktan uzağız. Yapmamız gereken ise ayrılıkların çekim alanından kendimizi kurtararak müşterek bir ideal doğrultusun da birleşerek bunu göstermek. Bunun yolunun da tarihten gelen bir sembol ile yani Ergenekon ile olabileceğini belirttim. Ergenekondan çıkış tarihi olarak 21 Mart günü verilir. Fakat 21 Mart çalışma gününe denk geliyor. Katılımın çok olması için,yine tarihimiz açısında çok önemli bir gün olan ve pazar gününe denk gelmesi sebebi ile 18 martın uygun olacağını düşünüyorum. Tabii böyle bir olgunun olup olmayacağını, görüşlerime katılanların sayısı gösterecektir. Bunu da siteme koyacağım anket bölümünden izleyebilirsiniz. Genel özet olarak, bu yazıyı yazarak ifade etmek istediğim görüş ve kanaatlerim şunlardır; Var oluşumuzun gerekliliği bilinçliliktir. Ve bu bilinçlilik ile de , asıl amacı anlamaktır. Dolayısıyla yeni bir çağa adım atmamız gerekliliğini, anlama yeterliliğine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bu anlayış ile birbirimizin kanını dökerek şehit olmak yerine, insanlık amacı uğruna  şehitlerimizi uzay da verelim. Ve bilinçliliğimizi evrene yayalım. Eğer derseniz ki! sadece ben varım!(sadece talep etme anlayışında olanlar için) O zaman, Nazım Hikmet’in Dünyanın En Tuhaf mahluku şiirinden bir bölümü aktarayım.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
   
Olumsuzlukların basıncını, kuvvetli şekilde algılamam neticesinde, duygu ve düşüncelerimi yazılı olarak ifade etmeye çalışarak internet ortamında topluma sundum. Bu aynı zaman da Kelebek etkisi teorisinin de sınanmasıdır. Eğer görüşlerime katılmazsanız, ben de bu görüşlerimle son Türk olurum. 
   Esenlikler diliyorum.

30 Aralık 2011 Cuma

SON TÜRK

30.12.2011
F. Cem ALPER


SON TÜRK
GÖKTÜRK İDEOLOJİSİNE DOĞRU

Yazı yazmaya, 2000 yılında  Amerikan Senatosu'na sunulan Ermeni tasarısına karşı, Türkiyede'ki gazetelerin tepki mesajı verilmesi çağrılarına ilişkin yayınlar üzerine başladım. Daha sonra gerek internet yolu ile gerek mektup ile görüşlerimi bazı kurumlara başta partiler olmak üzere gönderdim. Tabiidir ki, yazım işi ustalık isteyen bir iştir. Fikri en yalın haliyle anlatabilmek, imla kurallarına uymak gibi vb. Ancak birtakım eksikliklere rağmen ben yinede fikirlerimi, görüşlerimi kamuoyuna sunmaya çalışacağım. Peki bunu niye yapmaya çalışıyorum? Çünkü var olan canlılar, kendilerini bir şekilde ifade ederler. Bu muhakkak ki duyusal organlarımızla algılayabileceğimiz; ses, görüntü, koku, temas şeklinde olur. Bu yolla da tüm canlılar, temel yaşama gereksinimleri olan beslenme, üreme başta olmak üzere; sevmek ve kızgınlık duygularını karşıdakine veya doğaya aksettirirler . Bildiğimiz gibi insanları diğer canlılardan ayrı tutma gerekliliği kabul edilmiştir. Bu ayrı tutma, düşünebilme yeteneği ile ilişkilendirilir. O halde düşünmenin ne olduğunun daha anlaşılabilir olması için bir fıkrayla giriş yapalım: Hüso ile Memo köylerinden ilk defa çıkarak kente inşaatta çalışmaya başlamışlar. Tabii ki erzaklarını da yanlarına alarak.. Erzakları da kuru soğan ve köy ekmeği. Yatma gerekliliğinin de inşaatta olduğu şüphesiz. Yoğun çalışılan bir günün sonunda soğan ve bayat köy ekmeğini de yedikten sonra sohbete başlarlar: "Ula Hüso"  demiş Memo. "Zengin olsan ne yapardın?"." Vallahi ekmeğin hasıyla (fırın ekmeği), soğanın cücüğünü(göbeği) yerdim. Hüso da sorar; "ula Memo peki sen zengin olsaydın ne yapardın?" Memo cevap verir: "Ula bana bir şey bıraktın mı ki!!" Bu fıkradan da anlaşılacağı gibi insanın hayalleri dahi, bilgi ve yine bilginin pratiği olan görgüye dayanmaktadır. Demek ki düşünebilme işlevinin ham maddesi veya gereksiniminin bilgi olduğu kesin. Ondan sonrası yetenek ve çaba işi. Biz de yaşam süremiz içinde, öncelikle aile ortamından bilgi ediniyoruz, daha sonra okuldan, medya alternatiflerinden bilgileniyoruz. Sonuç olarak; sahip olduğumuz temel yaşamsal duygular doğrultusunda ve bilgi kapasitemiz sayesinde düşünüyoruz, hayal ediyoruz, fikir üretiyoruz ve belli mantıkla geçmişimiz ve geleceğimiz için bir yargıya varıyoruz. Kimimiz 100 tuğlayla apartman yapabileceğine inanıyor, kimimiz 1000 tuğlayla kulübe inşaa edemiyor. Ama düşünebilme yeteneğini de iki şekilde kullanırız: Kişisel çıkarlarımız doğrultusunda, bencillik içinde olduğu gibi ayrıca müştereklik kavramı çerçevesinde, sorunlara çözüm bulma yönünde. Ancak bu da insanların toplumsal yaşamından kaynaklanan kendini ifade etme ve öne çıkma psikolojisiyle ile ilişkilendirileceği için her zaman tartışılabilir bir durumu içinde bulundurur. İşte ben de müştereklik anlayışı içinde kendi görüşlerimi ifade etmeye çalıştığım zannıyla, fikirlerimi açıklamaya ve toplumu bu şekilde etkilemeye çalışıyorum. Yani kendimi bir şekilde ifade ediyorum. Düşünceyi ifade etmek ise, eden ve algılayan tarafından, anlaşılabilir olması için aynı frekansta olmayı gerektirir. Yani iletişim amaçlı olarak kullandığımız yazı ve sözcüklerden aynı anlamların çıkarılması. Örneğin acı hissetmeyi bir ah simgesiyle sözlü ve yazılı olarak ifade edebiliriz . Ancak ileri aşamada düşüncenin somutlaşmış hali olan fikirler ve kavramların anlaşılabilmesi bu kadar basit değildir. Bunlar nedir din,ırk,hukuk gibi kelimeler farklı insan grupları için değişkenlik ifade eden farklı anlayışlar içinde kavrayışlar oluşturur. O halde bu gibi kavramları kullanarak düşüncelerimizi açıklarken kendi anlayışımızı muğlaklıktan arındırarak net olarak ortaya koymamız gerekir. Ya da, dinsel veya bilimsel olarak ekol kabul edilen tarzları kabul ettiğimizi ve o doğrultuda düşüncelerimizi ifade ettiğimizi belirtmemiz gerekmektedir. Özet olarak gizli düşünce ve amaçlardan uzak olmak bir düstur olmalıdır. Şimdi yaşantımız içinde kullandığımız ve büyük bir tutkuyla bağlandığımız bazı kavramlar hakkında görüşlerimi ,açıklıkla belirtmeye çalışayım ki esas amacım olan müştereklik kavramının kendi düşündüğüm şeklinde anlaşılmasını ümit edeyim. Aslında anladığımızı zannettiğimiz bir çok şeyin sadece kabul etmek veya inançtan başka bir şey olmadığını da bilmek gerekir. Onun için bilinmezlik sonsuzluğunda bu kesin doğrudur yargıları yerine kabul etmelerle yol aldığımızı da kabul edelim .Topluma sunmak istediğim fikir ve düşüncelere hangi aşamalardan sonra ulaştığım, aşağıdaki başlıklardan anlaşılabilir.Uzun gözüktüğü takdirde,öncelikle son kısımdaki Göktürk idealinden başlayarak bölüm,bölüm de okuyabilirsiniz.Fakat nihayetinde yazının bir bütün olarak algılanmasını göz ardı etmeden.

CANLILIĞIN OLUŞUMU

Bir insanın, yada canlının nasıl oluştuğunu biliriz. İki hücrenin birleşiminden sonra oluşan kök hücrenin bölünerek çoğalmasıyla. Aynı tip hücreler daha sonra farklılaşarak organları ve neticede canlıyı meydana getirir. Oluşan canlıda bu eş güdüm içerisinde doğadaki rolünü yerine getirir. Oluşan milyarlarca hücre neticede tek bir kişilik oluşturur ve bir iradeye tabii olurlar. Farklılaştıkları biçimde vücut içinde görevlerini genellikle tam olarak yerine getirerek vücut içinde bencillikten uzak, müştereklik kavramı içinde, yaşamlarını sürdürürler. Nedir bu birlikteliği sağlayan? Tasarımdan (genetik kodlama) kaynaklanan bir ideal birliği de diyebileceğimiz bu tam anlayamadığımız oluşumu ruhsal uyum diye tanımlayalım. İnsan da oluşumu sırasında veya oluşumunu tamamladıktan sonra kendi cinsinden, doğal yaşamdan (mikroplar dahil) gelen tehlikeler içinde yaşamaya çalışır. Ben insanda fiziksel tepki dışında yani nasıl oluştuğu tam belli olmayan hastalıklarda (kanser gibi) ruhsal uyum bozukluğunun büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Kanser de bilindiği gibi sınırsız üreme gücüne sahip hücreler genetik kodlama'nın bozulumu sebebiyle, görevleri yapmayarak, vücuda zararlarının yanında ,vücuda yabancılaştıkları için ayrıca vücut yapısındaki diğer oluşumların bunlara karşı koyması sebebiyle vücudun misliyle enerji kaybetmesine sebep olurlar. Neticede ilaçlı veya cerrahi müdahaleden sonra yaşam devam edebildiği gibi tersi durumda vücudun ölümüne sebep olurlar. Böyle bir başlıkla giriş yapmamın sebebi; Yaşamın ancak birliktelik ve uyum ile var olabileceğini açıklamak içindir. Bunu da en iyi kendi vücut yapımızda gözlemleyebiliriz.Bu anlatım, biyolojik bir olgunun başta Türkiye olmak üzere siyasal olarak anlaşılması için yapılan bir benzetmedir.

TARİHİN ÖZETİ (İNSANDAN -İNSANLIĞA)

Bilginin ve nüfusun en az olduğu zamanı ve tek insanı baz alarak başlarsak zannederim yanlış olmaz. İlk olarak tek ve bencil insan vardı. Doğasından kaynaklanan toplumsallık iç güdüsüyle başlayan öbekleşme , önce aile birliğini ve bağlılığını getirdi. Beslenme ve güvenlik gereksinimi yanında ,artan nüfus, insanları, daha büyük organizasyon yapısı içinde olmaya zorladı. Kabileden, uluslaşmaya giden süreç halen devam etmektedir. Başlangıçtaki temel oluşumlarla birlikte doğanın bilinmezliklerinden kaynaklanan inanç sistemleri ve liderlik müesseseleri de gelişmiştir. Bu argümanlar toplumu bir arada tutma ve kolektif hareket etme kabiliyeti sağlamıştır. Kazanılan bu kabiliyetlerle , toplumlar tarih boyunca zaman-mekan- bilinç kapsamında ve yağma ekonomisi doğrultusunda hareket etmişlerdir(şimdiki zaman içinde de tartışılır). Bu amaçla,savaşlar, karşılıklı işgaller ve iklim sebebiyle göçler meydana gelmiş ve bu oluşumlarla birlikte, toplumlar bilimsel açıklaması bulunmayan ırkların ve kültürlerin karışımıyla sistematik olarak büyümüşlerdir. Elbette bu büyüme bireylerin ve toplumların arzuları doğrultusunda olmamış ,galip- mağlup(avcı-av) ikilemi ile birlikte egemen güç içinde erimesi ve özdeşleşmesi ile sağlanmıştır. Geçmiş olayların sistematiğine bakarak bir yargıya varırsak ; Tarih boyunca yaşananlar neticesinde bilgi ve kültür, bu dinamizm sayesinde toplumların daha geniş katmanlarına yayılmıştır. Heterojen bir yapıdan homojen bir yapıya giden bir trend vardır. toplumların büyümesine yönelik oluşumlar tarihin en önemli gerçeğidir. Siyasal olarak büyüme (ırk üstünlüğü) ,dine dayalı hakimiyet,ideolojik olarak yapılanma ve son olarak da AB gibi detaylı antlaşmalarla, görünüşte ekonomik birleşme .Sistem nasıl olursa olsun, büyüme yolunda ,öncü ve hakim kuvvetin çıkarları her zaman ön planda olmuştur. Fakat tarihin akışı içinde ana tema toplumların tek bir hakimiyete doğru gitmesi yönünde olup, buna etnik yapı dışında,  diller de dahildir. Yani bir çok etnik yapı ve dil varlığını kaybedecektir.

DİN ANLAYIŞI

Din kitaplarında geçer; bilinenler dışında bir çok peygamberin geldiği ve tüm toplumlara gerekli ikazların yapıldığı belirtilir. Yani tüm insanlara, insanlık tarihi boyunca, gerekli ikazlar yapılmış, uyulmazsa bunun cezası olacağı belirtilmiştir. Dinler tarihini incelediğimizde, peygamberlerin direkt olarak toplumlara hitap ettiğini, ve herhangi bir kurumsal yapı oluşturulmadığını görürüz. Yani esas öğreti kitaplarda kalmıştır. Kuran-kerimden örnek vermek gerekirse:AL- İMRAN ,7 : ''Sana kitabı indiren odur onun bir kısmının manası apaçık ayetlerdir. Bunlar kitabın temelidir. Diğer bir kısmı çeşitli manalara benzerlikler gösterir. Kalplerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak için ve kendilerine göre yorumlamak için çeşitli manası olanlara uyarlar. Halbuki onların yorumunu ancak Allah bilir. Bilimde,derinleşmiş olanlar ise ona inandık hepsinde Rabbi'mizdendir derler. Bunları ancak tam akıl sahibi olanlar düşünürler ve anlarlar'' Görüldüğü gibi bu ayette, ayetlerin bazılarının tam olarak açık olduğu fakat bazılarının ise ancak akıl sahiplerince anlaşılabileceği belirtiliyor.Fakat art niyetsiz ve iyi niyetle, yani fitne amacı olmadan yorumlanabileceği belirtiyor.Peygamberler aracılığı  ile gelen vahiyler, tek-tek insanlara gelmiştir.Yani kurumsal bir yapı ve vekalet yoktur. Peygambere gelen ilk gelen vahyin ise oku olduğunu görürüz. Mevcut bir kitap olmadığına göre ve gelen vahiylerin Hz. Muhammed'in ölümünden sonra kitap haline getirilmesi gerçeğine göre; oku emrini nasıl anlamamız gerekiyor? Oku olarak gelen ilk emrin de tüm insanlara nakledilmek üzere gelen bir emir olduğunu kabul etmek gerekir. O halde hali hazırda okunacak bir kitap olmadığına göre,oku emrini, gelecek olan kitabı anlayabilecek bir donanıma sahip olacak şekilde, bilgilenme anlamında olduğunu kabul etmenin, dine aykırı bir tarafı olamaz. Benim yorumuma göre, ilk gelen ayet olan ''oku'', iyiye yönelik yorum katılarak, anlaşılacak en açık ayetlerden birisidir. Peki Müslümanlık tarihinde, bu apaçık ayet, amacı doğrultusunda kullanıldı mı? Buna verilecek cevap kesinlikle hayırdır. Arapçadan başka okunmaz diyen oligarşik bir yapıya inanarak, anlaşılması için gönderilen Kuran'ı okumayarak ve yorumlamayarak , başkaları tarafından nakledilenlere inanlar, acaba doğrumu yapıyorlar? Doğru yapılmadığı, görünen açık bir gerçektir.Başta var olan ayrılıklar olmak üzere, tüm Müslüman ülkelerin ekonomik ve eğitim göstergeleri ortada. Yetkinlik iddiasında bulunmadan, genel inanç sistemleri içinde ortak kabul görmüş, yaradılış kısmından itibaren yorumlamaya devam ederek, Allah'ın bizi yaratmasında ki gayeyi anlamaya çalışalım. Kitaplı dinlerde, Hz. Ademin ilk insan olarak yaratıldığı belirtilir. Eş olarak daha sonra Havva yaratılıyor. Adem yaratılmadan önce, tasarım halinde iken melekler, Tanrı'ya ''yeryüzünde kan dökecek birisini mi yaratacaksın biz seni devamlı tesbih ediyoruz, yüceltiyoruz'' diye çekincelerini belirtirler. Allah balçıktan yarattığı ilk insanı meleklere üstün tutar. Meleklerin, Adem'e secde etmesini emreder. Sadece şeytan dışında diğer melekler bu emre uyar. Çünkü Allah tarafından verilen bilgi-bilinç burada Adem tarafından meleklere gösterilir(yorum olarak, sınav yapıldığı söylenebilir). Şimdi inanıyorum diyenlerin çoğunun, bu kısmı okuduğun da , anlatılanları cismani olarak algıladığına eminim. Böyle bir algı, yanlış olduğu gibi , Allah kavramını da küçümseme durumunu yaratır. Çünkü gelişen bilgi ve bilinç seviyemiz sayesinde sonsuzluğu kavrama kabiliyetimiz artmaktadır. O halde sonsuzluğun ötesinde ve üstünde olması gereken Allah’a gerçekten samimi olarak inanıyoruz diyorsak ,cismani olarak algılama anlayışından sakınmamız gerekmektedir. Yaratılış kısmında anlatılanlar, bana göre duyguların ve amacın cismanileştirilmiş şeklidir. Niye böyle olması gerektiği ise kitaplarda yazılanların indirildiği zamandaki bilinç seviyesine göre olması gerekliliğindendir. Onun için yorum şarttır. Çocuklarımızın eğitilmesi ve öğrenme durumlarını ele alalım. Hangi kavramları nasıl anladıklarını yaşlara göre gözlemleyelim .O zaman bunun sebebini anlayabiliriz. Yaratılış kısmında açıklanan ortaya konulan nedir öyleyse? Kesin olarak şudur demeye kimsenin hakkı olamayacağına göre ancak yorum yapabiliriz! Meleklerin varlığına rağmen Allah'ın yeni bir varlık yaratması ki bu yaratılış melekler de şüpheye,  şeytan da ise hasetliğe ve kıskançlığa sebep olmaktadır. Görüldüğü gibi sadece bir ayette, hayatın asıl enerjisi olan tüm duygular ifade ediliyor. Ayrıca şeytanın öne sürdüğü saf bir oluşumdan yaratılmak ile insanın çamurdan yaratılmasına karşın, bir küçümseme vardır. Mevcut bilgilerimizle yorumladığımızda, saf madde, kullanılması mümkün olmayan maddedir. Madde ancak emek verildiğinde işlem gördüğünde ve diğer maddelerle ilişkilendirildiği ölçüde değer kazanır. Bir çok maden vardır saf olarak, onlara değer veririz ama gerçekte yaşamsal bir değerleri yoktur. Basit gördüğümüz maddeler ise işlenme ve beraber kullanılma sonucunda yaşamımızda önemli bir yer tutar(araçlar,gereçler,yiyecek ve içecekler). Balçık olarak bahsedilenin içeriğine bakalım! Balçıkta her türlü element var(tüm elementler olarak yorumlayalım). Neticede bu elementlerin, sonsuz küçüklükten, elektron, proton ve daha sonra atom ve molekül haline gelmesi ve onun da canlılığın temel parçası olan hücreyi oluşturması vardır. Sonuç olarak, bilgi var emek var ve amaç vardır işte üstünlük buradadır. Ama insanın yaratılışından itibaren şeytanda yaratılmış olur. Yani bahsettiğimiz cismanileştirilmiş olarak belirtilen duygular olan ,hasetlik, kin, kıskançlık gibi duygular. Bu duyguların hepsi de insanlar da mevcuttur. Bu duygular, bencilliği ve ayrılığı gerektirir ki,  ayrışma ölümün kendisidir. Peki ayrılığı, ölümü gerektiren ve şeytan olarak temsil edilen ve kötü  olarak kabul ettiğimiz duyguların dışında, sevgi nerede ? Sevgi, farklılıkların bir araya gelişinde, getirilişinde ve amaç olarak Tanrıya varıştadır (müştereklik) . O halde yaratılıştan itibaren insanın temelinde aynı anda kötülük ve iyilik vardır.  Sonsuz küçüklükten, büyüklüğe doğru bütünleşen maddenin, hücre olarak organları ve nihayetinde üst seviyede canlıları meydana getirmesi aşamasında bencillik olsaydı, yani her hücre canlılığın tabiatından kaynaklanan bencilliğe sahip olsaydı canlılığın olamayacağı kesindir.Birliğin gerekliliğini anlamak için devam edelim. YUNUS,19 :'' İnsanlar tek bir ümmettiler, sonra ayrılıklara düştüler eğer Rabbi'nin ezeli takdiri olmasaydı ayrılıklara düştükleri şeyler hakkında çoktan aralarında hüküm verilirdi''. Burada ezeli takdir’in ne anlama geldiğini anlamak için diğer surelerle ilişkilendirmek gerekir. ISRA, 85 : Ey Muhammed sana ruhu soruyorlar de ki ruh Rabbi'min emrinden ibarettir. Hepimizin bildiği gibi emrin verilmesinde bir amacın olması gerekliliği vardır. HİCR,29 :'' onu yaratıp ruhumdan ruh üflediğim zaman ona secdeye kapanın'' demişti. Ruhun bir emir olduğu, önceki ayette belirtilmişti. Emir'in ise bir amaç içinde olması yönünde yorum yaptım. Bu şekilde ele aldığımızda görülüyor ki Tanrı kendi amacı doğrultusunda İnsana görev veriyor. Bu görev sebebi ile de İnsanı yücelterek, meleklere üstün kılıyor.Demek ki ezeli takdirde bir amaç var. Bu sebeple,hüküm verilmekte sabrediliyor ki insanlar bu amacı anlasınlar. Ayrıca belirtiliyor ve eleştiriliyor ki insanların tek bir ümmet olması gerekliliği . Sonuç itibari ile insanlar inanç olarak dinlere dinler mezheplere mezhepler ise tarikatlara bölündükçe bölünüyor ve her insan gerçek amacı anlamak yerine bencillikle sadece cennete gitme amacı için de. Halbuki düşünse yaşamsal olarak varlığının idamesi için faydalandıkları şeylerin geçmişten gelen tüm insanlığın emeği olduğunu. İdrak edebilseler bundan 800 yıl önce Yunus Emre'nin neyle'yim hurileri,köşkleri bana seni gerek seni dizelerini. Havva'nın yaratılmasıyla başlayan ayrılık, insanın doğasından kaynaklanan bencillikler sebebi ile üreyerek devam etmektedir. Halbuki Kuran-ı kerimde birliktelik için bir çok ayet vardır. AL-İMRAN,64 : ''De ki ey kitap ehli (Yahudiler-Hristiyanlar) gelin aramızda birleşeceğimiz tek kelimeye o da Allah tan başkasına kulluk etmemek, ona hiçbir eş koşmamak Allah'tan başka içimizden bazılarını tanrı edinmemektir. Eğer yüz çevirirlerse bizim Müslüman olduğumuza şahit olun deyin''. Bu ayette, Müslümanlığın esas kriterinin tek Tanrıya inanmaktır olduğu açıkça görülüyor.  Ayrıca birliktelik,tüm kitap ehli peygamberlerin atası olarak kabul edilen Hz. İbrahim'e bağlanır. BAKARA 130 : ''Kendini bilmeyenler,aklı başında olmayanlardan başka kimse İbrahim'in dininden yüz çevirmez and olsun biz onu dünyada seçtik şüphesiz o ahirette iyilerdendir''. Kuran-kerimde,birleşiklik için bu ayette olduğu gibi daha bir çok ayette de bu amaç belirtilir. Temel esas tek tanrıya inanmaktır. Ve insan dahil soyut-somut başka putlar edinmemektir. Aslında, dinsel -mezhepsel ayrılıkların bir çoğu bir takım ritüel farklılıklardan kaynaklanıyor. Bu ayrılıkların oluşması geçmişe ait olup, mevcut kitapların dışında ve onlara aykırı olarak oluşmuştur. Halbuki dinler geleceğe dairdir. Yapılması gereken, dinler vasıtası ile gelen amacı anlamak ve ayrılıkları gidermek için gayret sarf etmektir. Tabii burada eleştiri yapmak mecburiyeti vardır. Neyi, nasıl kabul edeceğiz diye. Tek Tanrı anlayışı çerçevesinde, kitaplı dinleri incelediğimizde: İlk tek tanrılı din olarak belirtilen Yahudilik inancında, Tanrı bilindiği gibi sadece Yahudilerle ilgilidir. Dolayısıyla Yahudiler kendilerine has bir tanrıya sahip çıkmakla, başka tanrıların varlığını da kabul etmiş olmaktadır. Dolayısıyla tek tanrılılık anlayışından uzaktırlar. Hristiyanlık dinin de ise, istendiği kadar bir felsefeye dayandırılmaya çalışılsa da, Tanrıyı üçledikleri açık bir gerçektir. Ayrıca,Hristiyanlık dini inancının kapsamı içinde olan Eski Ahit'e inanmak gereğine karşın; uygulamalardaki anlayış farklılığı açıklanmaya ihtiyaç duyar. Sünnet olma ve domuz eti yeme yasağına uyulmaması gibi. Bunlar Yahudilik inancından gelen ve uygulanan kurallar olduğu gibi Müslümanlık dini inanışı içinde de uygulanmaktadır. Görüldüğü gibi başta tek Tanrı anlayışı olmak üzere temelde ayrılıklar vardır. Peki bu farklı inanç biçimlerinin sonsuza kadar devam edip, insanlar arasında düşmanlık yaratmasına müsaade mi edeceğiz? Veya emperyalizmin, bencil ekonomik çıkarları doğrultusunda, inanışların bir argüman olarak olarak kullanılmasına bile,bile göz mü yumacağız. Bu tür zihniyetlerin hakimiyetine son vermek için öncelikle dini, kurumsal yapıların hegemonyasından kurtarmak gerekir. Bunun için de inanıyorum diyen insanların kendi dinlerini ,kendi dilleri ile kendilerinin anlamaya çalışması gerekmektedir. Dini inanışların ,temel esas olan tek Tanrı anlayışı dışında, yeni yorumlara ihtiyacı olduğu açıktır. Ama bu ayetlerde de belirtildiği gibi fitne ve fesatlıktan uzak olacaktır. Herhalde sahip olduğumuz bilgi ve bilinçliliğimiz çerçevesinde, bunu anlayacak yeterlilikteyiz. Sonuç olarak var oluşumuzdaki amacı ve görevi anlamaya çalıştığımız da, temel unsurlarda da anlaşmakta sorun olmayacaktır.
                                                                 
                                                                    TÜRK NEDİR

Bu yazım, önceki yazılarımdaki anlayışım çerçevesinde yazılmış olup, sadece rötuş yapılmış ve biraz daha günceldir. Yazdıklarımı tamamen doğaçlama olarak yazıyorum .Belgelemek için net bir referans vermiyor, edindiğim bilgileri sadece aklımda iz bıraktığı şekilde ele alıyorum. Bilinen tarihi bilgilere göre Türk isminin tarihte ilk defa Göktürklerce kullanıldığı belirtilmektedir. Benim dikkate aldığım ve anlamaya çalıştığım birleşik kelime olan Göktürk isminin analizi. Manasını kavrayarak, geleceğe ait çıkarsama yapmak arzusudur. Gök bilindiği gibi, eski toplumlarda insan için ulaşılamaz ve tanrısal güçlerin bulunduğu katman olarak tanrının somutlaştırıldığı ve belki de mitolojik olarak en çok Türklerin kullandığı bir kavramdır. Türk ismi ise bir çok anlamda kullanılmasına rağmen güç anlamında olan manası en geçerli olanıdır. Zaten açıklamasını yapmaya çalıştığım Göktürk bileşenine göre de tam uyumluluk sağlamaktadır. Sonuç olarak TANRISAL GÜÇ anlamını zorlama yapmadan çıkarmak mümkündür. Tabii şimdi buna karşı çıkanlar(çıkartılanlar) olacaktır. Bu tip insanlar bana tıpkı yıllar önce bir yayım ortamında Hz. Muhammed'e gelen ilk vahiy olan ikra kelimesinin aslında oku manasında olmadığını, açıklama gayretkeşliğini gösteren çıkartılanlardan farklı bir değer ifade etmeyecektir. Oradaki oku anlamının bilgilenme ve bilinçlenme olduğunun fark edilme tehlikesine karşın bir gayretkeşlik. Tarihte olan bu gerçekliğin,  yine bu tarihi oluşturanlarca fark edilmesi, etnik-kültürel-dinsel emperyalizm tarafından arzu edilmeyeceği kesindir. Göktürk isminin ilk ortaya çıkışı 5-6 yy.  aralığındadır. Peki ondan önce Türk yok muydu? Ya da Türkler kimdir? Daha önce tarihin özeti kısmında bencil insandan- insanlığa giden (müşterekliğe) süreçte tek bir insanı baz aldım. Dolayısıyla bir daha tekrar edelim. İnsan yaradılışında olan toplumsallık içgüdüsüyle üreme, beslenme,ve güvenlik duygusuyla bir arada yaşamaya başladı. Geçimini en kolay yol olan yağma ekonomisi ile sağlamak o zaman ki bilinç seviyesi için normal bir yoldu. Dolayısıyla orta Asya nın kurak ve zor koşulları içinde yaşayan kabileler çevre koşullarının da zorlamasıyla büyük ihtimalle bu yolu seçerek hakim olan topluluğun önderliğinde, başta nüfus olarak ve coğrafi alan olarak büyümüşlerdir. Biz bu bilgilere yorum ve benzetmelerle katkı yapalım.Kuran-ı kerimdeki ayet de şöyle geçer ''biz size aşılayıcı rüzgarlar verdik''. Rüzgar nasıl oluşur biliriz. Yüksek basınç alanından, alçak basınç alanına olan hava hareketidir. Zaman zaman çok kuvvetli eser ve zarar verir ama büyük ölçekte baktığımızda zararı faydasının yanında yok gibidir. Rüzgar tohumları aşılar, denizi dalgalandırır, denize oksijen sağlar ,gemilere yol verir,yel değirmenlerini döndürür,yağmur bulutlarını taşır. İşte bu yağma ekonomisi çerçevesinde oluşan duygularla büyüyen ve organize olan bu topluluklar adeta bir rüzgar gibi tüm Asya'yı, Avrupa ya kadar, duygusal olarak, alçak basınç alanlarını etkileyerek tarihin rüzgarını oluşturmuştur. Bu hareket insanlığa ne kazandırmıştır? Başta olması gereken biyolojik ve kültürel karışımı. Şimdi düşünelim emniyet içinde beslenmesini sağlayan insanlar hareket etme gereği duymayacaklarından, dar bir alanda biyolojik ve kültürel yapılarını, duygularını nasıl geliştirebilirler? Muhakkak ki hareketin başladığı yerde azınlık olan güç, alan genişledikçe tıpkı bir hortum gibi diğer güçlerden de güç alarak büyümüş ve dünyanın toplumsal gelişimi için çok önemli bir görevi yerine getirmiştir. Oluşan bu güce karşı, karşı güç oluşumu gerekliliği anlaşılmış ve teze uygun olarak toplumların daha büyümesine olanak sağlamıştır. En önemlisi ise bilgi iletişiminin gerçekleşmesi sağlanmıştır. Türk kelimesinin diğer bir kullanım şekline bakarak,  açıklamaya çalıştığım anlamlara kesinlik kazandıralım. Mitolojik veya mevcut yazıtlar da, Türk hakanlarının halka hitap edişi'' Türk budun'' diye belirtilir. Budun sözlükler de, birlik olarak ifade edilir(farklı kabile-ırklar). Dolayısıyla güç birliği anlamı içinde uyumlu bir ifade oluşturur. Bu yorumlar bilinen ve bize sunulan belge ve bilgilerden çıkardığım yorumdur. Ama benim varmak istediğim sonuç, tarihin derinliklerine dalıp övünme veya ona dayanarak menfaat temin etmek değil(Türklük açısından) ,bilakis geleceğe ait bir idealin varlığını ortaya koymak, ve var olan bilgilerin, bu ideal uğruna basamak teşkil etmesidir. Şimdi bilinen Türk tarihini gerek mitolojik gerek belgesel olarak incelediğimizde,  kurulan bir çok imparatorluk ve devletlerin amacı içinde,cihan imparatorluğu, Dünyaya hakim olma fikri ve amacına ait deyişler dikkate değerdir. Bu idealin, sloganlaşmış ifadesini'' GÖK KUBBE ÇADIRIMIZ GÜNEŞ BAYRAĞIMIZ'' deyişinde görebiliriz. Diğer hakim devletlerle ,Türk sisteminin bende uyandırdığı fark şudur. Türk sisteminde birinci planda hakim olma düşüncesi diğerlerinde ise emperyalizm yapısı ve her alanda toplumları sömürme amacı vardır. Sömürmek amacında olanlar işgal ettiği topraklardaki halktan ayrışmış ,Türkler ise özdeşleşmiştir. Türklerin inanç tarihine baktığımızda tüm dinlerle ilgileri olduğu gibi yönetimleri esnasında da tüm inançlara karşı hoşgörülü oldukları tarihsel bir gerçekliktir

UYGARLIKLARA GENEL BAKIŞ

Her ülkenin tarihini, çeşitli çaplarda dairesel olarak göstersek ve temel olarak bu dairelerin birbirleri ile temas etmemesi bir kural olsa ki bu kesinlikle mümkün olmayacaktır. Bir çok dairenin birbirleri ile merkezine kadar temas ettiğini veya içine aldığını, ülkelerin tarih öğretilerini ortaya koyarak tespit edebiliriz. Bu neyi gösterir? Ülkelerin birbirleri üzerindeki menfaatleri ve toplumların karşılıklı kin ve düşmanlıklarını gösterir. Çünkü insanlar bencillikten kaynaklanan üstünlük duygularına sahiptirler. Bu duyguları da kullandırtmaya hazırdırlar.  İnsanların dolayısıyla toplumların bilinç seviyesinin yükselmesine rağmen zaman- mekan -bilinç kavramı içinde her zaman geçerli olan yağma ekonomisi (üretmeden, kısa yoldan, çaba göstermeden kazanma ) duyguları da hala devam etmekle birlikte oldukça estetik kazanmıştır. Dolayısıyla tarih bu duyguların çatışması sebebi ile oluşmuş ve uygarlıklar galip olanların çerçevesinde vücut bulmuştur. Bu uygarlıklar, bilimsel olarak aslı olmasa da ırkları oluşturmuştur. Ancak bu uygarlıkların aynı canlılarda olduğu gibi çevreye uyum sağlama ve alan çatışmasına karşı dirençli olması gerekir ki varlığını devam ettirebilsin . Ve sadece geçmişte kalıp bundan bencillikle fayda sağlamaya çalışanlar, geleceğe ait müştereklik dahilinde bir vizyonuna sahip olmayanlar, tarihte bir çok örneği olduğu gibi yok olacaklardır. M,Ö yapılan eserler şimdi ki zaman için bile hayranlık uyandıracak sağlamlık ve estetik biçimdedir. Fakat tarihe baktığımızda etkileşimin sık olmasına rağmen yakın toplumlar şimdiki zamanda da var olduğu gibi aynılarını oluşturamamışlardır. Bunun sağlayan şeyleri bugünkü oluşumlara bakarak anlamaya çalışırsak şu çıkarsamayı ortaya koyabiliriz. Toplumların organize bir yapı içinde olmaları, paranın varlığı ve bilgi düzeyi . Fakat bunlardan sadece paranın da yeterli olabileceğini yaşadığımız zaman içindeki oluşumlara bakarak anlayabiliriz. 2000-3000 yıl sonra bugünkü körfez ülkelerinin, kalıntılarına kısıtlı belgelerle baksak herhalde burada büyük bir uygarlığın yaşadığı yorumunu yapacağız. Halbuki bu günkü net bilgilerimizle yorumladığımızda bunun sadece para gücüyle olduğunda hem fikirizdir. Bu parada o toplumların emeğinden olmayıp bulundukları alanın gereğindendir. O halde geçmiş tarihler hakkında mantıksal çıkarsamadan edindiğim yargımı (inancımı ) belirteyim ; toplumların organize olabilmeleri, uygarlık kalıntıları bırakmaları kendi inisiyatifleri içinde olmamıştır. Ya tarih çok daha eskidir. Ya da başka tanımlayamayacağımız güçler etken olmuştur. Çünkü insanlara dindeki yaratılış kısımlarında belirtildiği gibi bilgi öğretilmiştir. Birde uygarlık deyince tam olarak neyi anlıyoruz? Elbette zamanın bilinci içinde geleceğe kalıtsal eserler bırakılması kutsanacak bir olgu olmakla beraber, Tarihte bir güç olup, toplumun şekillendirilmesi hareketi içinde olmak maddeyi işlemekten daha önemli bir işlevdir. O halde, müşterekliğe giden yolda var olan bir çok uygarlığı ve imparatorlukları bu açıdan değerlendirelim. En eskisi Mısır olsa gerek. Mısır deyince aklımıza piramitler gelir. Geçmişte yapılan ve bu gün dahi hayranlıkla o zamanın olanaklarıyla nasıl yapılabildiğine dair fikir yürüttüğümüz eserler. Ama etkileyebildiği bölge ne kadardır o zaman için! Dilleri etkiledikleri alanda kullanılmakta mıdır ? Tarihi takiben baktığımızda sırasıyla Grekler gelir eski Mısır uygarlığına nazaran daha geniş alanları etkileyen bir uygarlık ve eski Mısır uygarlığından bir basamak yukarı çıkan , bu gün için Yunanların sahip çıktığı bir uygarlık . Peki,şimdiki Yunanistan'a oranla geniş bir alanı etkileyen bu uygarlığın dili bu alanlarda kullanılıyor mu? Ya da bu alanlarda bu uygarlığa aidiyet duyan topluluklar var mı? Takiben Roma uygarlığı ; Askeri,hukuk ve yönetim alanındaki yenilikleriyle insanlığı daha üst basamaklara taşımıştır. Fakat şu anda baktığımızda etkilediği bölgelerde ne dili konuşulmakta ne de o uygarlığa ait'im diyen bir topluluk yaşamaktadır. Çin ve Hint uygarlıklarına bakarsak;bu eski uygarlıkların tarihleri boyunca kendi alanlarından çıkma gereği duymamaları gariptir. SSCB ‘nin dağılışından sonra Çin yükselen değer olarak adını duyurdu. Ardından yakın zaman da yükselecek bir değer olarak gösterilen Hindistan . Bu iki ülke nüfus kalabalıklığının yanında aynı zamanda dünyanın en eski uygarlıklarının da beşiği olmuşlardır. İlginçtir ki bu iki ülke tarihsel süreç içinde emperyalist bir amaç içinde olmamış ya da Türklerden benzetmeyle bahsettiğim şekilde tarih de rüzgar olup denizini dalgalandıramamışlardır! Dolayısıyla dilleri de bölgesel olarak kalmıştır. Uygarlıkların oluşumu hakkında ki ön yargılarımı daha önce belirtmiştim (tanımlanamayan güç). Çin’in gelişmesinde bu oluşumun varlığını gördüğümü sanıyorum(komünizm-kapitalizmin bir arada uygulanması), Aslında Çin’de olmayan bilgi ve sermayenin bilinçli bir şekilde bu ülkeye sağlanarak, ucuz iş gücü yaftası altında dünya piyasasında önemli bir konuma getirilmesi. Getirildi ve şikayetler başladı. Kur farkları, ithalat ve ihracat dengeleri gibi. Peki bundan sonra ne olabilir? Yazıya Hüso ile memonun fıkrası ile başlamıştım. Bana göre derinliği olan bir fıkradır. Köylerinden ilk defa çıkarak geldikleri şehirde düşledikleri sadece soğanın cücüğü ile ekmeğin hası değirmiydi ? Çevrenize bir bakın veya kendimizden örnekleyerek anlamaya çalışalım; Hüso ile memo şehirde çalışmaya ve yaşamaya devam ettiklerinde hayalleri ne olacaktı? Bir gerçek hikaye örneği de İtalya'dan vereyim aklımda kaldığınca. Bisiklet ve evliliğin ilişkilendirilmesi hakkında. Bisiklet piyasada yokken evlilikler genellikle içinde yaşanılan köyden veya komşu köylerden 5 Km. Çapında bir alanda olurken. Bisikletin piyasaya girmesiyle bu çap 50 Km. ye çıkıyor. Ulaşımın kolaylaşması neticesinde görgü ve bilgi alanı çapı da genişliyor. Dolayısıyla seçenekler çoğalıyor ve hayalleri de ona göre oluyor. Şimdi simgesel olarak bize yansıtılan nedir? Genellikle öğünleri pirinç olan ve ucuz işçilik maliyeti ile çalışan, nüfusu bir milyar üç yüz milyonu bulan bir halk. Komünizm disiplini içinde daha dünyayı yeni yeni tanımaya başlayan bu insanların hayalleri de büyüyecek ve Dünya ölçeğinde olacaktır. Küresellik kavramı İçinde tüm ülkelerdeki krizin dünyayı ve bireyleri etkilediğini hepimiz biliyoruz. Elde ettiğimiz kazanımlardan,refahtan geriye gidiş tüm insanlarda doğal olarak mutsuzluğa ve strese sebep olduğu da biliniyor. Zamanla tüm Çin halkına da yansıyacak refah ve tüketim alışkanlığı büyük bir küresel bir ekonomik kriz sonrası Çin ve halkını nasıl etkileyecektir? Sermaye ve bilgi dışarıdan girdi dedik . Bu argümanlar dışarı çıktığında ,kesildiğinde ve kısıtlamalar devreye girdiğinde bu halk üzerinde herhalde büyük bir mutsuzluğu ve strese sebep olacaktır. Neticede bu duygular politika sahnesinde objeleşecektir. Aynı durum Hindistan içinde geçerli olacaktır. Acaba din kitaplarında geçen Ye-cüc , Me-cüc olgusu bu coğrafyada mı vuku bulacaktır? Tarihin akışı sürerken, geniş bir alanda yaşayan Arap kabileleri Müslümanlık dini sayesinde birlikte hareket ederek dünyayı askeri, Bilimsel ve felsefi olarak geniş bir alanda etkileyerek, Dünya toplumuna katkısını yapmıştır. Fakat bu güç, dıştan ve içten gelen karşı güç etkisiyle dağılmış, petrolün(para) varlığına ve ayrıca var olan kurumsal bir yapıya rağmen (Arap Birliği) tekrar toparlanma yetkinliğini gösterememiştir. Şimdiki duruma baktığımızda birçok devlet olmasına rağmen kabilecilik sistemi hala geçerlidir(Emperyalizm ile iş birliği neticesi). Dolayısıyla Arap uygarlığı geleceğe ait yeni bir birlik yapısı oluşturmaktan uzaktır. Sadece diliyle anılacaktır. Ve bildiğimiz gibi Osmanlı dahil bir çok Türk devleti ve imparatorlukları zamanın kısıtlı olanaklarıyla Dünya toplumlarını şekillendirme başarısını göstermiş, daha öncede belirttiğim gibi karşı güç oluşumunu sağlayarak toplumların büyümesine olanak sağlamıştır. Bana göre Osmanlının çöküşü Yavuz Sultan Selimin Halifeliği Osmanlıya geçirmesinden sonra başlamıştır. Çünkü inanışa dair kurumsal olarak bir yapılanma tüm hoşgörüye rağmen farklı din mezhep anlayışı içinde karşı güç oluşumuna sebep olur. Bunun dışında Osmanlının çöküşünde diğer sebep ise kendini oluşturan çekirdek güçten ( ırk) kendini ötelemesi vardır. Çünkü ırklar geçmişe dair, dinlerse geleceğe dairdir. Dolayısıyla Osmanlı ne geçmişe sağlam basmıştır ne geleceğe sağlam tutunmuştur. Ama çağdaşlarına göre hatta yaşadığımız şu çağdaki anlayışa göre üstün hoşgörü sebebi ile tüm teknolojik ve bilimsel gelişimlere kapalı kalmasına rağmen 600 yıl yaşayabilmiştir. Şunu da vurgulamak gerekir ki Osmanlı İmparatorluğu kendi içindeki kabile,beylik ve devletleri bir çatı altında birleştirmeyi çağdaşlarından önce başarmış ve çok uluslu ve çok dinli ilk kurumsal yapıdır. Avrupa devletlerinin tarihine bakarsak genelde birlikteliklerini Türklere karşı sağladıklarını görürüz. Belki Avrupa birliğinin oluşmasının temelinde Türklerin olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Osmanlı'nın gelişmesini tamamlama süreci içinde, İngiliz İmparatorluğu Türk sisteminden farklı olarak büyük askeri güçlerden çok bilgi ve bilinç gücüyle Dünyada etkin olmuştur. Denizcilikteki gelişimin katkısıyla bir çok coğrafi ve siyasi oluşumu, düşük askeri güç vasıtası ile hakimiyeti altına almış ve ticari olarak bundan büyük ölçekte yararlanmıştır. Diğer bir deyişle sömürmüş ve hala o sömürünün rantından faydalanmaktadır. İngilizlerle aşağı yukarı aynı zamanda start alan diğer sömürgeci devletler olan Fransa ve Almanya ise bu yukarıda saydığım güçlere nazaran dar bir zaman diliminde ve çağdaşlarına oranla daha küçük alanlarda etkili olabilmişlerdir. Kültürel ve teknolojik etkileri katmıyoruz. Çünkü bireyler günlük yaşamında zaten bunların farkında değildir. Ancak belirtmek gerekir ki Rus gücünün uyandırılmasında ve yapılanmasında bu iki ülkenin katkısı büyüktür. Belirtilen bu güçlerin, bilinen coğrafi alanlardaki rekabetleri sırasında bilinmeyen alanların keşfedilmesi ile birlikte, Amerika Kıtasında geleceğin gücü şekillenmeye başladı. Amerikanın keşfedilmesi dahil o zamanın kısıtlı olanaklarıyla büyük bir nüfusun oraya sevk edilebilmesi daha önce belirtiğim gücün bir delilidir. Amerika ya göç eden insanlar genellikle Avrupa'dan gelmişlerdir. Avrupa da birbirleri ile savaşan ülkelerin tarafları olan farklı etnik,din ve mezheplere ait bu insanlar, yeni yurtlarında bu etkilerinden sıyrılmışlardır. Çünkü geniş topraklar vardı. İnsanların umutları vardı. En önemlisi insanlar savaş istemiyorlardı. 1900 yıllarına kadar etkinliği olmayan ABD, geniş topraklar , altın madeni, petrol ve kölelik sayesindeki bedava iş gücüyle gelişmiş ve sınırlarının dışına taşmaya başlamıştır. Bilinen tarihe göre de teknolojik ve askeri olarak dünyanın en yaygın gücünü oluşturmuştur. Amerika da oluşan bu uygarlık,sömürünün katkısı gerçeğine rağmen, bu uygarlığın semereleri tüm dünyaya yayılmıştır. Bir diğer gerçekte Amerikanın bu güç etkinliği sebebi ile İngilizce tüm dünyanın birinci derecede iletişim dili olmuştur. Ancak 11 Eylül saldırısı ile kapitalizmin son bulduğu ilan edilmiştir(benim yorumum). Bu saldırıyı kamu oyu önünde basite indirgeyerek El Kaide örgütüne yüklemeleri gerçeği saklamaktan başka bir şey değildir. Gerçekse, ekonomik çarkın dönmesi için ham madde yokluğu, ucuz iş gücünün olmayışı ,teknolojinin dünyanın diğer taraflarında da uygulanabilir olmasıdır. Fakat, ABD gücü, kendine ait bir kişilik yapısına sahip olmayıp, sadece kullanılan bir güç olduğu izlenimi vermektedir. Rus uygarlığına baktığımızda ; Rusya da aslında Amerikanın keşfiyle palazlanmaya başlayan bir güçtür. Ve İki Dünya savaşı ardından küresel ikinci bir güç olması sağlanmıştır. Yeni bir ideal (Komünizm) doğrultusunda, ekonomik ve siyasal yapılanma çerçevesinde. Bu idealizm aynı zamanda uygulama alanı dışında da tek tek insanları etkileyen bir anlayış oluşturmuştur. Aslında Komünizm gerçeğinin Rusya'nın kendi özünden ve gerçeklerinden çıkan bir anlayış olmadığı kesindir. Sadece uygulama alanı olarak seçilmiştir(inanç). Peki Komünizm uygulaması süresince ne olmuştur ? Toplumları birleştirici özellikler olduğu gibi aynı zamanda çatışma sebebi olan Irk aidiyeti , dinsel inanışlar, felsefe gereği ret edilmiş, sermaye devletleştirilmiş ve insanların, emeklerinin karşılığı eşit olması gerekliliği savunulmuştur. Neticede Rusya SSCB adı ile teze uygun olarak toplumları bir müştereklik altında 70 yıl süresince toparlayabilmiştir. Tabii şu da bir gerçektir ki toplumları kendi anlayışları dışında etki alanı içine almak için çok kan dökülmüştür. Ancak kapitalizmin bencillikten gelen dinamizmi karşısında (yeni buluşlar, girişimcilik),  kapalı bir ekonominin gittikçe küreselleşen bir Dünyanın basıncına dayanamaması sebebiyle çökmüştür. Bunlar İnsanlığın ders alması gereken büyük deneyimlerdir. Dolayısıyla toplumların genel istekleri dışında uç noktalara gidilmesi nehrin mecrasından akmasını değiştirmemektedir. İki dünya savaşının ardından, emperyalizmin merkezi olan Avrupa devletleri, Dünyayı sömürme yarışı içinde birbirlerini de kırarak ve dünyayı kan gölüne çevirdikten sonra anlaşma gereğini duymuşlardır. Geçmiş deneyimler ve çağın bilinç seviyesi çerçevesinde kapsamlı antlaşmalarla ve bireylerin görüşleri de alınarak, kurumsal bir yapı oluşturabilmişlerdir. Aslında kendi görüş ve tezlerim doğrultusunda böyle bir kurumsal yapıya Avrupa'nın ihtiyacı vardır. Çünkü farklı mezhepler,ırklar ve hala gelişmiş olsalar bile kabile (prenslik) yapısı da küçük devletçikler vardır. Dolayısıyla bunların belli bir büyüklük ve disiplin içinde birleşmeleri benim tezime uygundur. Elbette bu kurumsal yapı oluşurken kurucu güçlü üyelerin menfaatleri doğrultusunda olacaktır. Yani başta Almanya olmak üzere Fransa'nın. Çok karışık bir toplum yapısı olan bu coğrafya da dil birliğine ve kültür birliğine ihtiyaç vardır. Kurucu güçlü üyelerin tarihsel olarak eskilikleri,Yunanistan ,İtalya gibi ülkelere göre daha yeni olmaları bir handikap oluşturmaktadır. Doğadan örnek vermek gerekirse;Belgeselleri alıcı gözle izliyorsak, bu psikolojiyi anlayabiliriz. Erkek aslan yeni bir alana girdiğinde ilk olarak kendinden olmayan aslan yavrularını öldürür. Dolayısıyla doğadan ve gerçeklikten gelen bu psikoloji, AB yapılanmasında da uygulanacaktır. Geçmişte bir uygarlık oluşturmuş fakat geleceğe dair bir vizyon oluşturamayan ülkelerin geçmişe dayanarak bir mirasyedi gibi gelecekten rant elde etme anlayışı kabul edilmesi mümkün değildir. Bu anlayış doğrultusu ve planı içinde Yunanistan Avrupa birliğine adeta kolu çekilerek alınmış ve kayırılmıştır. Ancak mirasın sona erdiği bu günkü ekonomik durumdan anlaşılmalıdır. Yunanistan,Avrupa birliğinin oluşumu içinde geçmiş tarihi dolayısıyla bir ayrıcalık sahibi olduğu aldanışı ile, emperyalizmin gerçek planını görmekten uzak kalmıştır. Türkiye de bu planın bir parçasıdır. Olacak olan şudur ; Bu iddia ve kanaatimi 2006 tarihli yazımda da dile getirdim. Avrupa kriterlerine hiçbir şekilde uymadığı gibi, uzun vadeli amaçları içinde bir engel teşkil eden Türkiye'yi,Yunanistan ile çatıştırmak. Dolayısıyla her iki ülkenin nüfus olarak kırılmasını sağladıkları gibi ekonomik olarak da en zayıf duruma getirmek. Özet olarak kırk satır mı, kırk katır mı? Bugünkü durum itibari ile bu plana çok yaklaşmış bir durumdayız. Yaşayan uygarlıkların ,insanlığa yaptığı katkıları,kendi bakış açımdan açımdan yansıttım. Vurgulamak istediğim şey; savunduğum tez olan toplumların daha büyük organize yapı içinde olmaları gerekliliğidir. Dolayısıyla, bu güne kadar halen yaşayan uygarlıkların, geçmişi ne kadar muhteşem olursa olsun! Geleceğe ait küresel kapsamda bir idealleri yoksa ve kullanmakta olduğu dil için de bir nüfus desteği bulunmuyorsa o uygarlık artık tarihe mal olacaktır. Tıpkı Sümerler ve Eti uygarlıkları gibi . Şimdiye kadar bahsetmediğim İran'a ait Pers uygarlığı da bunlardan biridir. Diğeri de İsrail'dir. İsrail'in başta dinsel olarak güçlü bir belgesel tarihi vardır. Hali hazırda, tarihsel olarak var olan, antisemitizme rağmen, Dünyanda, ekonomik ve siyasal olarak etkinliklerinin en üst derecede olabilmesi ise çok ilginç bir durumdur. Bu sayede, geçmişte çıkarıldıkları topraklara, birlik ve ideallerinden kopmayarak, uzun bir aradan sonra dönme başarısını gösterebilmişlerdir. Bu başarıyı zaman -mekan -bilinç kavramı üçlüsünden sadece bilinçlilik göstergesini en üst derecede kullanarak gerçekleştirdiklerine şüphe yoktur. Uzun süre önce ayrıldıkları topraklara, ikinci Dünya savaşından sonra, İngiltere'nin gücü sayesinde dönebilmişler ve yerleşimlerinden sonraki varlıklarını devam ettirebilmeleri ise yine bilinçlilik göstergesi sayesinde kullanabildikleri ABD gücüdür. Fakat, diğer iki kavramın ifade ettiği başta duygusal emek olmak üzere mekandaki gereklilikleri, bilinçlilik kavramını desteklemediği,hem şimdiki hem de geçmiş tarih göstermektedir. Dolayısıyla arada büyük bir boşluk vardır. Bu anlayış, Siyonizmin kontrol ettiği tüm Yahudi halkın göz önünde bulundurması gereken önemli bir argümandır. Aynı kıyaslamayı, Osmanlılar için yaparsak, bu üçlü kavramdan bilinçlilik kavramını kullanamadığı için verdiği emeklerin karşılığını alamadığı görülür.
KÜRESELLİK – MÜŞTEREKLİK - EMEK
KÜRESELLİK:Yazımın başında, kullandığımız kavramlardan,aynı anlamları çıkarmamız gerektiğini belirtmiştim. Küresellik kavramı ile ilgili vereceğim örnekte farklı anlayışları görebiliriz. Yeni tanıştığımız bir kavram olan küresellik kavramı genellikle ekonomik boyutu ile algılanmıştır. Küresellik kavramını savunanlar sermayenin sınırsız dolaşmasının,dinamizm yaratacağını belirtirken, karşı taraf sömürünün artacağını savunmuşlardır. Dar kapsamda her iki tarafında haklı olduğu taraflar vardır. Benim anlayışıma göre Küresellik iletişim ve ulaşımın kolaylaşması neticesinde ,Dünyanın her şeyiyle kavranması ve insanın Dünyayla özdeşleşmesidir. Yani bilinçlenmedir. Şimdi biliyoruz ki; İklimsel değişiklikler zincirleme olarak Dünyayı tümden etkiliyor. Buna nükleer kirlilik de olmak üzere her türlü kirlilik de dahildir. Bizzat içinde yaşadığımız ve direkt olarak etkilendiğimiz ekonomik dinamizm ise bireysel olarak en çok algılanandır. Yani anlaşılacak olan, iletişim ve ulaşım olarak küçülen Dünyada her şeyin birbirine zincirleme bir etkileşim içinde olduğudur. Bu etki sayesinde,toplum ve bireysel olarak, olumlu,olumsuz her şeyden etkileneceğimiz gerçeğidir. MÜŞTEREKLİK:Bencilliğin karşıtı müştereklik anlayışıdır. Yazımın başından beri vurgulamaya çalıştığım bu anlayışı; Tarihin özeti kısmında ,tek insanı bencilliğin ,insanlığı ise müşterekliğin sembolü olarak kullandım. Aynı benzetmeyi oluşum kısmında insanı tek hücreye benzeterek yaptım. Eğer bu anlayış tam olarak anlaşılmaz ise yaşantımız içinde din,siyasal ve ekonomik olarak bir çok faktörün oluşumundaki aksaklıklarda anlaşılmaz. Sonuç olarak çözümün bir parçası olmak yerine sorunun bir parçası olarak yine sorunlardan şikayet ettiğimiz fakat kendi yarattığımız bir kısır döngüyü devamlı olarak yaşarız. Müştereklik anlayışı ilgilenmem; TÜBİTAK yayını olan Bilim Teknik dergisindeki, holografi hakkında olan bir makale ile başlar. Herhalde 30 yıl olmuştur. Bilindiği gibi lazer ışık demetlerinin farklı açılardan yansıtılması sonucunda,resmi çekilen bir cismi, üç boyutlu olarak bir diske kaydetmek mümkün. Daha sonra bu disk 2 ye tekrar 2 ye bölünse bile her bölünen parçada o resmin tümünü görmek mümkün oluyor. Yani teorik olarak sonsuza kadar bölünse bile en küçük zerrede bile bu resmin tümünü görmek mümkün olacak .Tek farkla resim her bölünme sonrası daha flu(silik) bir duruma gelmektedir. İŞLEM TERSTEN YAPILDIĞINDA İSE RESMİN HER ZAMAN DAHA SEÇİLEBİLİR OLACAĞI ŞÜPHESİZDİR. Belki de gerçekten holografik bir yapı içinde olabiliriz! Ancak bunu kavrayabilmek için yeterli bilgi ve bilinçlilik seviyesinde olmamız gerekiyor. Çünkü güç bireyin kendisin de olup , hem resmin anlaşılmasın da rolü olduğu gibi resmi aynı zamanda kendisi anlayacaktır(varoluş amacını). O halde müştereklik kavramını anlayacak insanların bilinçlilik standardına sahip olmaları gerekmektedir. Bu bilinçlilik de elbette yapıcılık ve ahlaki değerler doğrultusunda olmalıdır.
EMEK: Her canlı doğuştan itibaren, yaşamak için yeme, içme gereksinimini belirli bir dönemden sonra kendi sağlamak durumundadır. Bu ihtiyaçlarını sağlamak için bile yüksek oranda canlarını ortaya koymak durumundadırlar. Beslenmeyi sağlama işlemleri, insanın bilinç seviyesine göre devamlı iyileşme sağladığı bir gerçek olmakla birlikte, yaşadığımız zaman içinde bile çeşitli sebeplerle ölüm oranlarına baktığımızda ,diğer canlılardan farklı olmadığını görürüz. Emek kavramını, gerçek emeğin oluşumundan yani doğumdan itibaren ele alırsak daha iyi anlayabiliriz. Ana rahmine düşüşten itibaren doğuma kadar olan evreleri ve anne tarafından ortaya konulan emekleri biliyoruz. Doğum ve sonrasına bakarsak; Duygusal ve fiziksel olarak asıl emeği anneler vermektedir(bireysel yaratılış sürecinde katkı). Erkeğin doğumun oluşmasında rolü olmasına rağmen belirgin değildir. Fakat erkeğin rolü doğumdan sonra başlamakta ve var olan emeğin korunması yönünde olmaktadır(toplumsal oluşum sürecinde katkı). Neticede toplumsal şekillenme, insanların bilinçli bir şekilde anlaşmasından değil ,hepimizin bildiği gibi güçle (kan dökülerek) olmuştur. Bu emekler sonucunda sağlanan beraberlik ,bilgi gücünün de desteği ile birlikte müşterek yaşam benimsenmiştir. Fakat bu müşterekliğe bağlı olarak da insanlar, kendilerini besleyebilmeye ait doğal güdülerini ve olanağını kaybetmişlerdir. Geçmiş emeklerin sonucunda sağlanan bu modern yaşam içinde aslında ne kadar hassas bir dengede yaşadığımızın pek farkında değiliz. Yaşadığımız ülke dahil dünyanın bir çok yerinde doğal felaketler başta olmak üzere bir çok felaket geniş toplulukları etkilemekte. Felakete uğrayan insanların beslenme ve yaşamsal olarak çaresizliklerini ve yardıma ihtiyaçlarını, yayım ortamından izleyebiliyoruz. Fakat toplumsal organizasyonun olmadığı bir durum senaryosunu hiç aklımıza getirmiyoruz! İşte ancak kendi ihtiyaçlarımız olduğunda farkına vardığımız bu organizasyonlar, geçmişteki emeklerin tasarrufu sonucudur. Bu tasarrufa yukarıdaki temel emeklerden başka, Marksizm de belirtilen artık değer de dahildir. Çünkü yakın geçmişe kadar bir müessese olan kölelik ve ülkeler arasındaki ücret dengesizliği halen en modern ülkelerde bile bir şekilde uygulanmaktadır. Şimdiki zamana baktığımız da, insanlar mevcut sisteme adapte olabilmek ve kendilerini geliştirmek yolunda,  eğitim/öğretim için maddi ve manevi çabayı göstermektedir. Fakat nüfus artışı , teknolojik gelişimin istihdamı azaltan etkisi neticesinde yıllarca eğitim gören insanlar hayal kırıklığına uğramaktadır. Ayrıca adalet kavramı da sorgulanmaktadır. Çünkü dünyanın farklı coğrafyalarında aynı eğitimi gören ,aynı işi yapanlar arasında büyük ücret farkları vardır. Geçmişte emperyalizm sayesinde üstünlük kazananlar bunun devamından yana olmaları sorunu gittikçe çözülemez hale getirmektedir. İnsanların başta duygusal olmak üzere tüm emeklerden sonra çalışmaya amade oldukları halde sadece bir kağıt parçasına (para) ulaşmadıkları için kendilerini besleyebilme olanağından, yoksun olma durumu içinde kalmaları ,insan onurunu zedelemekte ve psikolojisini bozmaktadır. Dolayısıyla mevcut ekonomik ve siyasal sistemler artık yetersizdir. Özetlersek anlayış yetersizdir. Çünkü toplum ve birey olarak bencillik anlayışı içindeyiz.

ÇÖZÜME DOĞRU

Daha önceki bölümlerde ,yaşamımızı yönlendiren ve kişiliğimizi oluşturan olgularda, bencillik-müştereklik anlayışını ortaya koymaya çalıştım. Bu anlayışları anlayabilecek seviyede olmamıza rağmen,kendimizi bencillikten kurtaramıyoruz. Bu anlayış doğrultusunda her türlü rejim içinde liderler seçiyor, benimsiyor hatta destekliyoruz. Bunların sonucunda toplumsal olarak derinleşen bir ayrılığın psikolojik baskısını yaşamak mecburiyetinde kalıyoruz. Bu tip baskılar aynı zamanda faydalıdır da. İnsan psikolojisi baskı ortamından kaçma eğiliminde olup bunu gerçekleştiremese bile hayal etme işleviyle dengeler ve baskı ortamından çıkış arar. Hayal ise düşünme işlevini başlatır. Düşüncenin ham maddesinin, bilgi olduğu ise zannederim herkesin kabulüdür. Bu döngü içinde hayallerimizin de düşüncelerimizin de geçmişten daha rafine olması gerekir. Hala soğanın cücüğü ile ekmeğin hasını hayal etmemiz veya bunun bizden istenmesini kabul etmemiz bizim sorunlu olduğumuzun göstergesidir. Peki geleceğe ait bireysel ve toplumsal kaygı ortamı içinden çıkış için hayal ettiğimiz çözüm nasıl olacak ? Elbette bu çözümlerin de sahip olduğumuz bilinç seviyesine uygun olarak küresellik kavramı içinde yani tüm dünya toplumlarını kapsayacak şekilde olması gerekir. Geçmiş te olan her türlü bilgi ve deneyim bizim için basamak teşkil etmelidir. Tarihten,büyüklerimizden hatta kendi yaşantımızdan geçmişe baktığımızda teknolojik gelişmelerden,sosyal oluşumlardan geçmişe göre daha fazla faydalandığımızı göreceğiz. Peki bu faydalandığımız olgulara gerçekte bizim katkımız ne? Hakkımız ne olmalı? Hepimizin kişisel bakışı hakkımızdan az aldığımız anlayışın da olduğu herhalde tartışılmaz. Çünkü bu anlayışa ,arzuladığımız tarafa kıyaslayarak varırız. Mevcut teknoloji bu kıyaslamayı yapmamıza olanak vermesine rağmen (Dünyanın bir çok ülkesinde açlık ve yoksunluk çeken insanların varlığı) bencilliğimiz sebebi ile en yakınımızdaki benzer olguları bile göremeyiz. Peki halimizden memnun mu olmalıyız? Ya da bizden daha düşük standartlarda insanlar var diye kendimizden maddi olarak üst standartlarda olanları eleştirmemeliyiz mi? Hayır sadece anlayışımız hakkında kendimizi tanımlayarak bencillik-müştereklik kavramı ikilemi içinde nerede olduğumuzu bilmemiz gerekmektedir. Şunu da anlamamız gerekmektedir. Geçmişten gelen büyük bir emeğin sayesinde yaşamımızı devam ettiriyoruz. Bu emek ise tarih boyunca tüm insanların kan, beden ve düşünsel emekleridir. Bunu bu şekilde kabul etmeli,saygı duymalı, geleceğe bireysel olarak katkı yapmaya istekli olma anlayışında olmalıyız. Sahip olduğumuz bilinçlilik(farkında olmak)seviyesi ile anlamamız gereken diğer bir konuda ,var oluşumuzun amacını anlamaktır.Yaşantımız da hakaret anlamında kullandığımız otların bile var oluşu sebebi ile ne kadar çok ve önemli görevleri olduğunu biraz araştırma yaparsak anlayabiliriz. Bu konuda biraz daha ileri giderek, düşünür ve araştırma yaparsak var olan tüm canlıların besin zinciri içinde ve genel yapılandırma içinde varlıklarının sebebi dolayısıyla bir görevleri olduğunu görebiliriz. Peki insan olarak var oluşumuzun sebebi ne olabilir? Bize verilen eğitim sistemi içinde veya ortaya konulan bilgiler içinde bu olmadığı gibi konu olarak ta gündeme gelmediği kesindir. Din öğretileri içinde ise tanrıya kulluk olarak yaratıldığımız söylenir. Kulluğun tanımı nedir? Türkçede çok kullanılan bir terim olan kulluğun kullanım yerlerine baktığımızda; Padişahın kulu olma ağanın kulu olmak söylemlerine her zaman rastlarız. Fakat gerçekte ne padişah nede ağa kimseyi bedavaya beslemez. Dolayısıyla bu kulların her zaman için geçerli bir görevi vardır. İnsan olarak da bizim algılayabildiğimiz bir görevimiz olduğunu kabul etmek gerek Bu niçin önemlidir? Çünkü amaç belli olduğunda, tüm yapılanmalar da ona göre olur. Din kısmında, Tanrısal bir amacın insana yüklendiği yorumunu yaptım. Bu amacın da, Tanrının kendi yarattığı cennete gitmek olmayacağı kesindir. Dolayısıyla tüm geçmiş emekleri görmezden gelerek,ortalama 70 yıllık bir yaşantımız içinde sadece cennete gitmek amacı içinde olmak, düşünülmesi gereken bir inanç sistemidir. Bu şekildeki bir inanç sisteminin insanları bencil bir yapı içinde davranışa sürüklediği kesindir. Halbuki 800 yıl önce Yunus Emre nasıl da gerçeği kavramış ve insanın ne olması gerektiğini belirtmiştir. Sahip olduğumuz ve olacağımız bunca bilgiden sonra merak duygusunun dahi olmayacağı bir ortam düşlemek ve sonsuza kadar kolayca beslenme amacında olmak . Ne kadar garip değil mi ? Tüm bu açıklamalardan sonra kesin bir saptama yapıldığında ; Bizi etkileyen temel olguların, ekonomi dışında, din ve ırk aidiyetinin kuvvetli çekimleri olduğunu söyleyebiliriz. Bu argümanlarda çeşitli güç odakları tarafından toplumları devamlı geçmişte tutmak için kullanılmaktadır. Halbuki insanların bilgi ve bilinç seviyesi ile geleceğe dair hayalleri ve idealleri olmakla birlikte,oluşturulan bu çekim etkisine kendilerini çok kolay bir şekilde bırakabilmektedir. Ekonomiyi(beslenme )ayrı değerlendirmek gerekir diye belirttim! Çünkü Dünyanın dört bir yanında, insanlar ırk, din gözetmeksizin, çalışma amacı ile ortak amaçlar doğrultusunda birlikte olabilmektedir. Aynı iş birliği ülkeler arasında da olabildiği gibi, aşırı bencillik veya güvensizlik sebepleri ile yağma ekonomisi amacı içinde savaş ve çatışmalar içinde olduğumuz maalesef bir gerçektir. Burada sorun sıkça kullanılan küresellik kavramının sadece ekonomik olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, tüm toplumları ortak ideallerde birleştirecek anlayış ve fikirlere gereksinim vardır. Bu gereksinimi, olumlu olarak sağlayamazsak nüfus kırılması doğrultusunda yine gerekeni kendimizin yapacağından emin olabilirsiniz. Çözüme gitmek için kendi görüşüme göre yaptığım açıklamalar, önereceğim fikre yaklaşmak içindir. Amacım toplumların aynı ideal çerçevesinde birleşmesi olması gerektiğidir. Ancak bu ideali etnik ve dinsel olarak Türkiye de bile sağlayamamış olmamıza rağmen Dünya ölçeğinde gerçekleştirmek ütopya gibi gözükmektedir. Geleneksel olarak toplumumuza aşılanan bir kompleks olarak fikirler de dahil her türlü ithal ürüne bir hayranlığımız vardır. Bu kapsamda kendi üretimlerimize değer vermeyiz. Toplumu geleceğe dair olumlu şekilde etkilemesi beklenen, aydın veya aydın olarak lanse edilen kişiler de ,genellikle maddi, manevi ve kültürel olarak dışa bağımlıdırlar. Aydınların bu zafiyeti sebebi ile felsefi olarak bütün de olması gereken düşünsel ayrılıklar en küçük ayrıntıya kadar yansıdı. Şüphesiz bu anlayışın, topluma yansıması ise şiddet doğrultusunda oldu. Burada sadece aydınları suçlamak haksızlık olur. Aydınlar aslında toplumsal gücün yansımalarıdır.Yani kültür,bilgi seviyesidir. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; Eğer iyi bir koşucu bulmak istiyorsak bunu çoğunlukta aramamız gerekir. 1000 kişi koşturursak oradan iyi birisini bulabiliriz. Eğer bu seçimi 10000 kişi içinden yaparsak kesinlikle daha iyilerini bulabiliriz. Tabii bu iş iki yönlüdür. Bu işi organize edecek kişinin, seçimi en geniş alanda yapma isteği olduğu gibi ayrıca bu seçime katılacaklarında istekli olmalarıdır. Dolayısıyla seçimi yapacak olanlar zamanında seçim yapmasını bilemedikleri gibi öne çıkanlar veya seçilenler, köyün pehlivanının kendini cihan pehlivanı sanmasını, köylülerinde bunu kabul etmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak tarihimizde ,eğitime dönük işlemlerde başarılı olmadığımız bir gerçektir. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında, okuma yazma oranları aşağı yukarı bellidir. Şu yaşadığımız zaman içinde bile nitelik ve nicelik olarak durumumuz ancak üçüncü dünya ülkeleri ile kıyaslanabilir. Sorun belli olup, öncelikli olarak öğretimin etkin olduğu eğitimdir. Genellikle öğretim ve eğitim aynı anlamda kullanılmasına karşın, aradaki nüans farkını anlamak gerekir. Öğretimde bilgi gereği, bireysel gelişim,merak ve kişisel amaç doğrultusundadır. Eğitimde ise toplumsal gereksinimlerden doğan bir amaç doğrultusunda olur, Bu ise ayrı bir kişiliği meydana getirir(ulus-birlik). Dolayısıyla eğitimde dikte vardır ve belli bir oranda olmalıdır da. Sonuç olarak bu nüans farkındaki uygulama sonuçlarını rekabetçi ortamın gerçekleri belirler ve bizde tarih olarak okuruz. Genellikle de Tarih Tekerrürden İbarettir deriz. Bu açıklamalardan sonra küresellik kavramı ve müştereklik anlayışı doğrultusunda kendi sorunlarımıza gelirsek öncelikli olarak Kürt sorununu ele almamız gerekir.
KÜRT SORUNU
Şimdiye kadar ortaya koyduğum açıklama ve görüşlerden anlaşılacağı gibi insanı, müştereklik anlayışı içinde oluşan toplumsal bir kişiliğin parçası olarak ifade ettim. Dolayısıyla,her bir birey bu oluşum içinde yücedir ve yüce olmalıdır. Onun için eleştirilerim esas olarak zihniyetedir. Hiçbir kimseyi din ve ırk olarak küçümseme anlayışı içinde olmadığım bilinmelidir. Kendi bilgi birikimim ,yaşam deneyimim ve sahip olduğum anlayış çerçevesinde olgulara baktığımda, objektif olmaya çalışarak, Kürt sorunu hakkında şu görüşleri ortaya koyabilirim: Tarihsel olarak varlıkları bir gerçek olmakla birlikte, Kürtlerin tam açıklama yapılamayan bir tarihi de olduğu ayrı bir gerçektir. Fakat bu tarih akışı içinde farklı bölgelere dağılan bir nüfus yapısı olan bu halklar, hiçbir zaman bir devlet yapısı oluşturamadıkları gibi bir otoriteye de tam bağlanmadılar. Dolayısıyla ne kendilerine faydası oldu ne de bağlanmadıkları otoritelere. Buna sebep çağın çok gerisinde kalarak halen geçerli olmak üzere aşiret yapısı içinde olmalarıdır(feodal yapı). Dolayısıyla birey ve toplum olarak bunun bir bedeli olması gerektiği kabul edilmelidir. Osmanlılar bunu 500 sene önce büyük bir bedel ödeyerek gerçekleştirdiler. Bu tarihsel olguya bakarak, Kürtçülük sorununun ,Kürtlerin kendi özlerinden ve gerçeklerinden çıkmadığını söyleyebiliriz. Aslında bu hareketin emperyalist ve siyonistler tarafından ortaya konduğu tarihi olarak belgelidir. Bu gerçeği göz önüne alırsak, Kürtçülük hareketi için, öne çıkan önderleri de irdelememiz gerekir. Amaç Kürtlere dair olduğuna göre, önderlerinin de düşünsel yön hariç, samimiyet içinde Kürt olması gerektiğini düşünüyorum Öne çıkan önderler kim? Birisinin Ermeni asıllı olduğu diğerinin Yahudi asıllı olduğu söyleniyor(ırk anlamında değildir). Ermenilerin, kendilerini araç olarak kullanan batı emperyalizmi amacı içinde bir haritaları vardır. Siyonist hareketinde dinsel amaçlarından kaynaklanan bir haritaları vardır. Bu haritalara baktığımızda Kürtlere dayatılan harita ile aynı alanları kapsamaktadır! Bu topraklar da emelleri olan gruplarla Kürt hareketinin önderleri arasında ırksal ve amaç olarak bir ilişkinin varlığı açıkça görülüyor. Şimdi biz buna samimi olarak bir Kürt hareketi diyebilirmiyiz ? Kim ne için ölüyor, öldürüyor? Bunu öncelikle Kürtlerin sorgulaması gerekmektedir. Bu hareketin temelinde emperyalizm ve siyonizm varken, kurulacak bir Kürt devletinin kendilerine ve çevre ülkelere faydası olmasına olanak var mıdır? Dolayısıyla birlikteliklerin öne çıktığı bu zamanda, Kürtler,tarih boyunca niçin bir devlet yapısı oluşturmadıklarını sorgulayarak bu olguyu, Emperyalizm ve Siyonizm yolu ile sağlama anlayışından uzak olmalıdırlar. Devletlerin kuruluşlarında temel ölçeklerden birisi dil birliğidir. Mevcut durumda ise Kürtlerin kendi dilleri arasında farklılıklar olduğu gibi içinde yaşadıkları ülkelerin dil ve kültür hakimiyetinin bu halklar üzerinde büyük etkinliği vardır. Bu etkenlerin dışında aşiretçilik bağları da ileri derecedir. Kaldı ki Kürtler içinde Kürtçe bilmeyen Kürtler de çoğunluktadır. Dolayısıyla din dahil bir çok farklılıkların olduğu ve bir çok ülkenin kendi amaçları doğrultusunda el attığı bu alandan, Kürtler için bir düzen çıkması mümkün değildir. Devletlerin oluşumunda diğer bir kriter ise ülkü(ideal) birliğidir. İdeali toplumsal ve fikirsel, Amacı ise bireysel ve duygusal olarak tanımlamak konuyu daha anlaşılır kılar. Benim yıllardır izlediğim kadar Kürt halkının bir idealden çok amaçları vardır .Temel istek bireysel yaşam standartlarını yükseltme amacıdır. Büyük bir çoğunluğun bu uğurda alın teri döktüklerini hayranlıkla görüyorum. Ancak yazımın başından beri bir çok konu başlığı altında açıklamaya çalıştığım bencillik - müştereklik kapsamında, Kürtçülük hareketi sadece bireysel bencilliklerin toplamına yönelik bir kışkırtma hareketidir. Sonuç olarak dayatılan haritaların gerçekleşmesi halinde oluşacak devlet bu alanda sadece emperyalizmin tetikçiliğini yapabilir. Peki çözüm ne olmalıdır? Türkiye çerçevesinde ne Devlet ne aydınlar arasında (Türk-Kürt) gerçek bir çözüm üretilmemiştir. Dolayısıyla da başta Kürt halkının kafası karışıktır. Halk her yol Roma'ya çıkar anlayışındadır(bireysel bencillik). Halbuki yitirilen insanlar, değerlendirilmeyen ekonomik kaynaklar, geleceğe devredilecek negatif tasarruflardır. Yani bile bile yapılan borçtur. Çünkü olanları anlayacak yeterli bilince sahibiz. Çözüme gelince; Şimdiye kadar açıkladıklarım içinde zaten gözüküyor. Oluşum kısmında verdiğim örnekte olduğu gibi Kürtçülük hareketi farklı bir zihniyetten kaynaklandığı için bir ur durumundadır. Yani zihniyet değişikliği gerekmektedir. Bencillikten ve emperyalizm etkisinden uzak yeni bir zihniyet .Bu zihniyet değişikliği, Türk nedir kısmında açıkladığım Türk anlamında, Türk olarak ve yine aşağıda açıklamaya çalışacağım GÖKTÜRK ideali çerçevesinde olabilir. Tabii bu anlayışa varabilmek için önce emperyalizm tarafından pompalanan kin ortamından ve yine bunun uzantısı olan terör örgütünün saldığı korku ortamından Kürtleri kurtarmak gerekir. Çünkü Kürtleri temsilen ortada terör örgütü ve emperyalizm ile iş birliği içinde olan dar bir grup vardır. Bu sebeple de çözümü bizzat Kürtlere sormak en iyi çözüm yoludur düşüncesi de doğru olmayabilir. Çünkü feodal bir yapının hakim olduğu ve eğitim seviyesinin de düşük olduğu bir yapı vardır. Bunun sonucunda gelecek nesilleri de ilgilendiren sağlıklı ve bilinçli bir karar çıkması şüphelidir. Çözüm, üniversitelerde okuyan ve yüksek sayıda olduğuna inandığım gençliktir. Çünkü geleceği onlar yaşayacaktır. Dolayısıyla kendi geleceklerini korkuya teslim olmadan özgürce beyan etmeliler ve etmelerine müsaade edilmelidir. Ancak emperyalizmin yeni davranış biçimini de göz önüne almaları gerekir. Nedir göz önüne alınması gereken? Askerle direkt müdahale etmek yerine,çete yapılanması çerçevesinde, organize olan 3-5 bin kişilik ajanlar yolu ile planlarını gerçekleştirmek. Bu sayede başta can kayıpları olmak üzere minimum masrafla sonuca varmak. Evet yetişmiş Kürt gençlerinin, geçmişi, bugünü ve geleceği etki altında kalmadan kavrayabileceklerini ümit ediyorum. Çünkü bizden istene bir iç savaştır. Mevcut ortamın kaosu ve salınan korku nedeniyle sağduyulu görüşlerin öne çıkmasını engelleyerek geleceği ipotek altına almaktadır. Şunu soruyorum! Bu gün, cesaret gösterip de gerçek görüşlerini açıklayamayan, başta Kürt aydınları olmak üzere, sağduyulu tüm kesimlerin, şimdiye kadar olanlarla ve emperyalizmin başarılı olması halinde olacaklardan sorumluluğu olmayacaklar mı?

DİN SORUNU

Dini açıdan yetkin olduğumu iddia edecek değilim. Tüm dinlere ait kitapları okumaya ve amacı anlamaya çalışan vasat birisiyim. Anladıklarımdan daha evvel bahsettim. Dünyada ,dine bağlılık açısından İslam alemi zannederim önde gelir. Fakat inanışlardaki ayrılıklar ve çatışmalar açısından da herhalde önde gelir. Bu ayrılıklar, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde emperyalizmin çıkarları doğrultusunda başta can kaybı,ekonomik ve kurulu düzen olarak bize epey pahalıya mal olmuştur. Tarih süreci içinde İslam alemi belli tarihlerde öne çıkmayı başarsa bile içinde olduğumuz zamanda, batıya karşı genel olarak geri olduğu hepimizin malumudur. O halde sorgulamak gerek, inandığımız din mi yanlış yoksa biz mi yanlış anlıyoruz. Fakat şunu kesinlikle söyleyebilirim ki inanıyorum diyenler yanlış anlıyor. Bu yanlışlığın temeli din kısmında bahsettiğim gibi geçmişe dayanmaktadır. Çünkü Kuran-ı Kerimin ilk gelen ayeti 'oku ' diye gelmiştir. Hz. Muhammet'in elçi olduğu çok açık olduğuna göre, ilk gelen ayetin de tek tek insanlara bir emir olduğu kabul edilmelidir. Bu ayet geniş anlamda geçmişte kullanılmadığı gibi hali hazırda da kullanılmamaktadır. Dolayısıyla bilgi edinmenin kutsal olarak kabul edilmeyişi neticesinde insanlar bilgi edinme gereği duymamışlardır. Bu sebeplede diğer farzlardan daha önemli olan bir gereği yerine getirmeyerek Kuranı-Kerimi okumamışlardır. Amacı sadece cennete gitmek olanlar başka ağızdan nakledilenlere güvenme kolaycılığına kaçmışlardır. İslam aleminin, kurumsal ve bireysel olarak dini Dünyaya yayma özlemi içinde oldukları yadsınmaz bir gerçektir. Ancak birlikteliği kendi içimizde bile sağlayamadığımız halde bu özlemin ham hayalden başka bir şey olmayacağı açıktır. Ayrılıkların temeline indiğimizde, bunun hadislere, sünnete dayandırıldığı olgusuna ulaşıyoruz. Halbuki Hz. Muhammet'ten kalan Hiçbir yazılı belge yoktur. Elbette bu geçmişten gelen her sözlü aktarımın yanlış olacağını göstermez ama doğru olduğunu da göstermez. Bilhassa hadisler açısından aşırılıklara baktığımızda ,mantık açısında bunların sorgulanması gerekir. Sonuç olarak hadis ,sünnet ve hurafeler Kuran-ı Kerimin önüne geçmiş, bu sebeple de mezhep ve tarikat yolu ile bir çok din meydana getirilmiştir. Hz. Muhammet, veda hutbesinden de anlaşılacağı gibi ölümünün yakın olduğunu biliyordu. Buna rağmen kendisinden sonra bir vekil bırakmamış ve önermemiştir. Sünnet bilindiği gibi Peygamberin Kuran'a dair söz ve davranışlarıdır. Dolayısıyla ölümünün yakın olduğunu bildiği halde Hz Muhammet'in kendisine bir vekil tayin etmemesin de, bir hikmet olduğu düşünülmeli ve bu davranış sünnet olarak kabul edilmelidir. Çünkü o Kuran-ı Kerime göre davranıyor ve kendisinin sadece bir elçi olduğunu bilerek kimsenin İslam dininin vekili olamayacağı mesajını vermiş oluyordu. O halde iddialı bir yorumda bulunarak ,hilafet veya şeyhlik gibi olguların dine aykırı olduğu görüşünü öne sürüyorum. Kaldı ki bu konuda ayetler var olup Hristiyanlık ve Yahudilik kast edilerek eleştirilmiştir. Eğer din konusunda bilgisi olan varsa bunu hiçbir maddi ve manevi menfaat temin etmeden samimi olarak insanlığa sunabilirler. Peki başta insanlık açısından olmak üzere toplumsal yaşantımız içinde potansiyel tehlike oluşturabilecek bu ayrılıklar nasıl giderilecektir. Dinin bu kadar ayrılıklar içinde olması, Kuran-ı Kerimin esas alınmamasından kaynaklanmaktadır. Buna sebep, farklı ırkların Kuran-ı kendi dillerinde okuyup anlamasına ait oligarşik yapının engelleridir. Ayrılıkların hem din tarihin de hem kendi tarihimiz de verdiği hasarlar göz önüne alındığında, hilafet anlayışının dışında din işlerini organize edecek bir kurula ihtiyaç olduğu görülür. Neden bir kurula ? Çünkü farklı mezheplerin var olmasının yanında, tek kişiye bırakılmasının, tarihsel deneyimlerini de göz önüne almak gerekir. Bir söz vardır ''savaş o kadar önemli bir iştir ki generallere bırakılamaz diye''. Aynı durum din içinde geçerlidir. Yani bu kurul, bağımsız zihniyette bilim adamlarının da içinde olduğu özerk bir kurum olmalıdır. Bu kurul şimdiki olanaklar kullanılarak, kamu oyu araştırması doğrultusun da , halkın mutabakatı alınarak oluşturulduğun da, halkın hurafelerden ayrılıklardan uzaklaşacağı kesindir. Kuran-ı Kerim de asıl vurgu sadece tek bir tanrının olduğudur. Dolayısıyla algılanması gereken ve evrensel olan esas budur. Bu algılanması gereken esasın yanıda diğerleri ayrıntıdır. Bu anlayışı kabul ederek ,Türkiye olarak İslam alemindeki farklılıkların giderilmesi yönünde öncülük yapabileceği gibi, dinler arasındaki rekabetin kalkması yönünde de öncülük yapabilir. Al İmran- 64 bu anlayış için rehberdir.

ÇÖZÜM

Toplumsal ve dolayısıyla bireysel olarak gittikçe daha çok bilinçleniyoruz. Bilgi ve bilinçliliğimiz,aklımızın mercekleridir aynı zamanda. Dünyanın çeşitli yerlerin de devamlı olarak çeşitli konularda araştırmalar yapılıyor ve yeni buluşlara ulaşılıyor. Bu yenilikler günlük yaşantımıza girerek bizi gittikçe daha fazla etkiler hale geliyor. Bunun sonucunda makro ve mikro düzeyde, düşünme ve hayal işlevlerimizin çapı devamlı olarak genişliyor. Bu sayede,bir takım sorunların geleceğe ait olası etkileri üzerine de öngörüde bulunabiliyoruz. Her türlü kirliliğin,iklimin ,düşecek bir gök taşının yanında ekonomik olarak küçük bir ülkenin durumunun bile Dünya'yı ve dolayısıyla birey olarak bizleri etkilediğini/etkileyeceğini artık anlayabiliyoruz. Ve geleceğe ait bu kaygılar neticesinde bireysel menfaatlerimiz bazı çözüm arayışlarında kesişerek müşterek bir anlayışın oluşmasını sağlamaktadır. Ama bu anlayışın küresellik boyutunda olması gerekir. Bunun içinde idealist olmak gerekir. Fakat idealist olmak için bilgi kirliliği sorunu vardır. Eğitim ile öğrenim arasında nüans farkı olduğunu açıklarken belli oranda dikte olması gerektiğini belirtmiştim. Mevcut durumda ise dikte oranının öğretimin üzerinde olduğu kanaatinde olduğumu söyleyebilirim. Bunun içinde mevcut sistemin dışında yeni anlayış ve bakış açısına ihtiyaç vardır. Bu anlayışı da birey olarak kendimizin belirlemesi ve kabul etmesi tek çözüm yoludur. Yeni anlayış zaten bize öğretilerin içinde var olan ve Türk nedir kısmında, var olan anlamı içinde açıklamaya çalıştığım GÖKTÜRK idealizmidir.

GÖKTÜRK İDEALİZMİ

Kendi isimlerimize ait anlamları merak eder araştırırız. Bu aynı zamanda özel isimleri köken olarak araştıran onomastik adı altında bir bilim haline de gelmiştir. Onomastik'in bilim olarak tanımlanması doğru olur mu bilemiyorum ancak gerekli olduğuna inanıyorum. Çünkü kullandığımız kavramlardan aynı anlamların çıkarılması gerekliliğini giriş kısmında belirtmiştim. Göktürk kelimesinin anlamı üzerine de zannederim ilk yorum yapan benim. Birleşik bir isim olan Göktürk ismini var olan anlamları içinde, Tanrısal güç olarak açıkladım. Gök isminden başlayarak açalım. Tarihin başından itibaren insanlar büyük bir gücün farkında olarak tapınma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bilinç seviyelerine göre de bu gücü somutlaştırarak genel olarak taşlarda objeleştirmişlerdir. Gücün göstergesi şimdi olduğu gibi geçmiş tarihlerde de elbette ki doğal olaylar ve göstergelerdi. En büyük göstergenin Her gün bir kere doğan,batan ,ısı ve ışık kaynağı güneş olması gerektiği şüphesizdir. Bir günde doğayı yeşile döndürebilen yaşam kaynağı yağmurlar,yıldırım ve şimşekler de gökte oluşuyordu. Dolayısıyla Gök kelimesinin tanrısal kavram ile eş değer olduğu kesindir. Türk kelimesi anlamını,türeyiş veya töre manasında yorumlayanlarda vardır. Bu anlamları ile yorumladığımız da,Tanrıdan türeyenler veya tanrısal yasa anlamları da çıkabilir ki bu anlamlarda , Tanrısallık kavramı içindedir. Sonuç olarak bana göre en doğru açıklama Tanrısal güç anlamıdır. Şimdi bize sunulan bilgi çerçevesinde tarihsel olarak açılım yapmadan şunu da belirtmek gerekir. Bize sunulan dedim. Çünkü, her konuda bazı şeyler o kadar çabuk değişiyor ki! Şimdiye kadar doğru bildiğimiz bir çok şeyin aslında öyle değil de böyle olduğu iddiası ortaya atılıyor. Şimdi benim bu açıklamaya çalıştığım olgular içinde aynı iddialar ortaya atılabilir. Var olan doğru olmadığı takdirde, yeni olarak ileri sürülen de doğru olmayabilir. Onun için biz şimdiki bilgileri karine olarak kabul ediyoruz. Etmekte de ,hiçbir mahzur olmaz. Önemli olan geleceğe ait doğruya ulaşmak. Doğruya ulaşmak için geçmişten gelen her türlü bilgi, mitolojiler de dahil olmak üzere değerlendirilmelidir. Tarihsel bir gerçeklik taşıyan Göktürkler, aynı zamanda içinde mitolojileri de barındırır. Mitolojiye göre Ergenekon destanı ,Göktürklerle ilgilidir. Güçlerinin doruklarında olan Göktürkler,düşmanları tarafından çekirdek bir grup kalıncaya kadar yok edilirler. Son kalan iki aile zorlu bir geçitten geçerek verimli bir yurtta 400 sene kalarak çoğalırlar. Görüldüğü gibi basit bir hikayeye benziyor. Fakat,zaman olarak tarihi belirsiz bu hikaye, sözlü olarak kuşaktan kuşağa nakledilerek ve kutsallaştırılarak zamanımıza kadar geliyor. Demek ki bir giz ve geleceğe ait bir mesaj var! Eğer bir giz varsa ve bunu tam açıklayamayacağımıza göre yorum yapmamız gerekiyor. Mitolojide açıklanan bilgilere göre,Göktürkler Ergenokon'dan önce büyük bir güç olarak geniş alanlara hükmediyorlardı. Son iki ailenin, dar bir alanda kalarak çoğalmalarından sonra 400 yıl geçmesine rağmen bu hükmetme ideali unutulmuyor ve aynı canlılıkla ifade ediliyor. Dikkat edilirse , bulundukları alanın dar gelmesi neticesinde çıkış için birlikte karar veriyorlar ve bir lider ismi anılmıyor. Buradan özü itibari ile çıkaracağımız sonuç ,var olan bir idealin aynı canlılıkla halk tarafından benimsenerek devam ettirilmesidir. Bu anlayışı,Kaşgarlı Mahmut'un Divani Lügati't Türk adlı eserinde görebiliriz. "Allah'ın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Allah onlara Türk adını verdi. Ve yeryüzüne hâkim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları Türklerin eline verildi. Türkler Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Hak’tan ayrılmayan Türkler, Allah tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır, onlara derdini dinletmek, bu suretle her türlü arzuya nail olabilmek için Türkçe öğrenmek gerekir. Bu paragrafın bazı cümlelerine bakarak, daha önce yazdıklarım ile çeliştiğim iddia edilebilir! Türk kelimesinin ırkçılık anlamında kullanılması sebebi ile. Irklara ait anlayışın bilimsel temeli olmadığını daha önce belirttim. Dini inanışlar da ilk insanın Adem olarak yaratıldığı, Evrim teorisine göre ise tek hücreden oluştuğu iddiası, her zaman için bir çatışma ortamı yaratmıştır. Her hangi bir teoriye inansak bile neticede her ikiside bir tekliği ifade ediyor. Sahip olduğumuz merak duygusu ile bunları sonsuza kadar veya ispat edinceye kadar her zaman için araştıracağımız bir gerçektir. Dokuz yy. önce beyan edilen bu paragrafta , Türk adı ile anılsa da hak kavramı ile özdeşleşen tek bir otoritenin özlemi ve gerekliliği görülmektedir. Bu görevin de Allah tarafından Türklere verildiği inancı belirtilmektedir. Dolayısıyla Türk' ün anlamını güç olarak, Göktürk adını ise tarihiyle birlikte idealizm olarak kullanmakta ve kabul etmekte hiçbir sakınca yoktur. Kim tanrısal bir gücün ve idealizmin bir parçası olmak istemez? Yaşadığımız ülke ve çevremizde dahil olmak üzere sorunların çok olduğu bir bölgedir. Ayrılıklar ve bencillikler sebebi ile artan oranda gerilim potansiyeli taşımaktadır. Kullanılan argümanlar etnik,din ve yine dinin kendi içindeki mezhepsel ayrılıklardır. Bunların tümü geçmişe dayalı olup, geleceğe ait bir ideal doğrultusunda birleşmemize engeldir. Kesinlikle bir karar vermemiz gerekiyor! Geçmişe mi tabi olacağız, geleceğimi yakalayacağız? Ortaya atılan görüşlere göre içinde yaşadığımız asrın Türk asrı olacağına dair söylemler öne çıkmaktadır. Olgulara baktığımızda, Dünyanın çeşitli yerlerin de Türk okulları açılıyor, ekonomik krizlerden ise daha az etkileniyor ve bir ivme yakalamış gibi görünüyoruz. Kendi içimizdeki olguları somut göstergelere göre incelediğimizde ise bunu destekleyecek bir taban olmadığını görüyoruz. Öncelikle Türklük anlayışına dair bir karşıtlığın varlığı açıkça hissediliyor. Hatta buna karşın bir savaş verildiğini görüyoruz. Ekonomik olarak ise stratejik yatırımların yabancı çoğunluğa devredildiğini ve ithalata dayalı bir ekonomik dinamiği görüyoruz. Cari açığa baktığımızda ise aslında bizim bir şey üretemediğimiz görüntüsü öne çıkmaktadır. Evet geçmişe baktığımızda, bir çok alanda, sosyal ve ekonomik olarak iyileşmenin varlığına rağmen, tabanın güçlü olmayışı nedeni ile göründüğünün ve sunulanın aksine bir zafiyetin olduğu gittikçe daha fazla hissedilmektedir. Bizden istenen dinsel anlamda (bizim isteğimizin ne olduğu sorulmuyor!) başta Orta doğu ülkeleri olmak üzere Müslüman ülkelere model teşkil etmemizdir. Aynı durum, SSCB dağıldığında da yeni kurulan Türk Cumhuriyetlerine ağabeylik yapmamız anlayışında da vardı . Uluslar arası ilişkiler literatüründe, ağabeylik denen bir kavram olabilir mi? Dolayısıyla bu anlayışlar, benim Kürtçülük hareketinde eleştirdiğim gibi kendi özümüzden çıkan bir anlayış değildir. Kimdir ya da kimlerdir bize rol biçen güçler? Bu verilen rollere uymak, başta kendi çıkarlarımız açısından doğrumudur? Ya da etkinlik sağlayacağımız ülkeler nezdinde bize prestij sağlayıp güven mi doğuracak? Yoksa zamanın da Cezayir'in bağımsızlık oylamasındaki gibi gelecek tarihe utanç sayfası mı bırakacağız? Türkçe de ne güzel deyişler var! ''Başkasının ipi ile kuyuya inilmez '' diye. Zamanında, Cezayir oylamasında kişiliksiz davranarak yanında yer aldığımız Fransa'nın o tarihten itibaren düşmanlığından başka ne gördük. Dolayısıyla, güdümünde hareket edeceğimiz güçler için suyu(petrolü) kovaya doldurduktan sonra kuyu da kalmamız çok büyük ihtimaldir. Bize dikte edilen model ve ağabeylik rollerini ise, demokratik bir yapısı olmayan ülkelerin diktatör statüsündeki liderleriyle oluşturmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla liderlerin değişmesi ile birlikte her türlü emeğin boşa gitmesi yanında, beklentilerin tersi bir durumla karşılaşma rizikosu yükseliyor. Netice de kendi içimizde sıkışıklık yaşadığımız gibi buna birde çevre ülkelerden gelecek basınç eklenecektir. Bu olguyu tersine çevirmek mümkündür. Eğer biz inanırsak ve kendi tarihimizi anlayarak sahip çıkarsak bu olabilir! Bunun için öncelikle bize öğretilen ve Cumhurbaşkanlığı forsunda da bu anlayışı ifade eden,Tarihimize bir bakalım: Cumhurbaşkanlığı forsunda, Türk Tarihinde başarı göstermiş devlet ve imparatorluklar 16 yıldızla sembolize edilmiştir. Bu devletlerin, etkiledikleri ve hükmettikleri alanlara bakarsak ,alan olarak Dünyanın yarısından fazladır. Nüfus olarak etki alanına baktığımızda ise en az 2/3 sidir. Halen yaşadığımız alanlar,zaman-mekan-bilinç çerçevesinde oluşan ve duygusallıktan da kaynaklansa,belli bir amaç, ve emeklerin sonucudur. Bu alanlarda, sahip çıkmamız gereken kan emeği vardır (ölen ve öldürenlerin hepsi için). Bu emeklere ait duyguları, Mehmet Akif Ersoy, başta İstiklal Marşında olmak üzere çok iyi ifade etmiştir. Tarihimize değişik bir açıdan bakarak bazı şeyleri sorguladığımızda zannederim ortak bir anlayışa varabiliriz!Bize öğretilen tarihe göre Orta Asyadan çıkan bir kavim (o zaman için Türk ismi yok) zamanın olanaksızlıkları içinde organize olarak kendi merkezinden 10000 Km. Uzakta operasyon yapabiliyor. O zaman ki bilinç seviyesi ve lojistik olanaklar göz önüne alındığında bu olağanüstü bir durumdur. Bu başarının, öncü kavimde yaşayan nüfusun birlik ve inançları sayesinde olduğu kesindir. Fakat Dünyayı güçlü bir şekilde etkileyen bu gücün yerleşik olarak, erken tarihlere ait bir uygarlık kalıntısı da yoktur! Bu durumu ,uygarlıklar kısmında kısmında şöyle açıklamıştım: Türk gücünün yüklendiği misyonun, taşa şekil vermekten çok toplumlara şekil vermek yününde olduğunu. Kim yüklemiştir bu misyonu ? Uygarlıklar kısmında ;bu inancımın mantıksal çıkarımdan kaynaklanan ve tanımlanamayan bir gücün doğrultusunda olduğunu belirtmiştim. Bilimsel olarak bir çok tez ortaya konuyor ispatlanması olmadığı halde teori olarak inanılıyor. Bu inancım da buna benzemektedir. Diktenin de olduğu öğretilerle sahip çıktığımız bu tarih dolayısıyla, şu soruyu sormamız gerekiyor! Niçin başka uygarlıkların ve devletlerin, farklı yerlerde Türklerin ki gibi bir yapılanması olmamıştır? Türkler göçebe topluluklar olarak nasıl bir çok devlet kurabilme başarısını gösterebilmişlerdir? Türk hareketi genelde devamlı olarak batıya doğru olmasına rağmen,batı güçlerinin ki ise doğuya doğru olmuştur. Bu dinamik hareketin varlığının ve amacının farkına vararak hareketi,küresellik doğrultusunda olumlu şekilde devam ettirmek yerine, tersine gücünü yok edecek etnik,din ve siyasal ayrılıkların içindeyiz. Siyasal ayrılıklar ise Osmanlıcılık ve Cumhuriyetçiliktir. Bir kesim 1923 öncesini yok sayıyor ve kötülüyor, diğer kesim ise aynı mantıkla 1923 sonrası için bunu yapıyor. Bu düşünceleri savunan her iki kesimde iktidar olmuştur. Fakat kendileri ile çeliştikleri ve farkına varamadıkları durum, Cumhurbaşkan'lığının forsundaki ortadaki yıldızın çevresindeki 16 yıldızdır. Bu durumu fark etmek, tüm tarihe de sahip çıkmayı gerektirir. Bir kısmını kabul veya ret etmek ise, benim açımdan, dış güçlere bağlılığı gösterir. Geçmişe tamamen duygusal bakmak ,aşırı bağlılığı veya karşıtlığını oluşturur ki bu da kin duygularına sebep olur. Şu anda da, maalesef bu paradoksu yaşıyoruz. Geçmişe bağlılık veya kin gütme yerine, geçmişi objektif olarak olarak değerlendirerek, çağdaşlarına göre neler yanlış yapılmıştır neler yapılsa daha doğru olur diye, sorgulamak gerekir. Böyle bir sorgulama yapmak için elbette bir amaca vakıf olmayı gerektirir. Bu amaçta Göktürk ideolojisidir. Bu ideolojiyi açıklamak için bir çok kritere ihtiyaç duyulmaz. Zaten açılımını yapmaya çalıştığım şekilde, asıl gücü kelime anlamından kaynaklanmakta olup, amacı da GÖK KUBBE EVİMİZ, GÜNEŞ BAYRAĞIMIZDIR olarak çok net ifade edilmiştir. Fakat, en temel kriteri,zaten varoluşumuzun gereği olduğuna inandığım bilinçliliktir. Bu kavram olmadan nasıl değerlendirebiliriz geçmişi? Nasıl planlayabiliriz geleceği? Ve biz anlamak istemesek bile, nasıl kavrayabiliriz aslında evrensel bir müştereklik içinde olduğumuzu? Evet Göktürk idealizmi bizi en azından asgari müştereklik içinde birleştirebilecek bir anlayıştır. Sadece kabul etmek gerekiyor. Bir düşünün bireysel ve toplumsal olarak neleri kabul ettiklerimizi ve kabul etmeye mecbur bırakıldıklarımızı!
   Gaz sınıfı elementler, kapalı ortamlarda ısındıkça hareketlenir ve çepere olan basınçları artar. Çeper yeteri kadar güçlü değilse, basınç sebebi ile parçalanır ve basınç dışarı salınır. Biz insanlar olarak da aynı gaz sınıfı elementleri gibi ısınıyoruz. Sanal sınırlar veya bir kap olarak tanımlayabileceğimiz Dünya içinde. Bizleri ısıtan kendi hayallerimizdir. Kendi hayallerimiz nedir biliyoruz! En güçlü olmak en zengin olmak değil mi? Bu hayallerimiz neticesinde artık Dünya yetersiz kalıyor. Eğer bencilliklerimiz sebebiyle oluşan bu basıncı olumlu bir şekilde kanalize etmeyi beceremezsek, artan basıncın sonucuna da katlanacağız. Şöyle bir açıklama yapmıştım; İnsanlar bu şekilde basınç altına girdiklerinde ve çıkış aramaya başladıkları zamanda hayal gücü devreye girerek bu basıncı dengelemeye çalışır diye. Hayal gücünden de düşünceye ve düşünceden fikre ulaşırız diye bir görüşe varmıştım. Ben de bu basınçlardan etkilenerek düşünüyor ve fikir üretmeye ,çare bulmaya çalışıyorum. Fikirler, düşüncelerin ileri aşama durumu olup ,nihayetin de soyut veya somut olarak vücut bulurlar. Somut düşünce ürünleri eşya olarak yaşamımız da yerini alırken, soyut fikirler de, bunu kabul eden insanların birlikteliklerini, seçim yolu ile veya bir yerde aynı amaç altında toplanarak , göstermesi ile belirginleşir. Şimdi benim ileri sürdüğüm düşünce veya fikirler için seçim yapmak mümkün olmadığına göre! Açıkladığım ve topluma sunmaya çalıştığım bu görüşlerim kabul gördüğün de ,nasıl vücut bulacaktır? Bunu yolunu yine tarihten gelen ,belki de geçmişte gerçekten vuku bulmayıp geleceğe ait bir mesaj olduğuna inandığım Ergenekon sembolünü kullanarak olabileceğine inanıyorum. Ergenekon'un ana teması neydi? Fiziki olarak sıkışık bir durumdan mevcut toplumun mutabakata vararak çıkışı ve bir ideale devamın anlayışı idi. Eğer ortak karar verip,dinamizm göstermeselerdi ne olurdu bir düşünün? Mitolojik olarak,geçmişten geleceğe ait bir mesaj olduğuna inandığım Ergenekon isminin , maalesef suç örgütüne ait bir isim olarak lanse etme çabaları vardır. Kabul etmemelerine rağmen bir grubun , Ergenekon isimli bir örgütün üyesi olarak yargılandıkları güncel bir konudur. Elbette, mevcut hukuka göre her türlü suç, hukuk çerçevesinde yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır. Ancak bu olgular içinde bundan zarar görenler belli ölçüde mazur görülse bile ,daha çok Ergenekon isminin, devamlı ve planlı şekilde dejenere edilerek kullanılması özellikle dikkat çekicidir. Eğer gerçekten böyle bir örgüt varsa(Ergenekon suç örgütü) ve karşı tarafın da haklı gibi görünerek Ergenekon ismini dejenere ederek kullanmasının bende uyandırdığı kanaat şudur: Her iki taraf da aynı gücün amacına hizmet etmektedir (çoğunluğu bilmeyerek) .Bu gücün amacı ve mesajı nedir? Ben sizi Ergenekon'dan çıkarmam! Aslında bu anlayış da bizim için belki bir dürtü mesajı olabilir! Eğer, mevcut durumda , Dünyada ki ekonomik ve siyasal dinamizmin olumsuz etkilerine ait basıncı hissediyor ve geleceğe ait bir kaygı duyuyorsak, belli kurumların veya etkilerin tesiri altında kalmadan içimizden gelerek bir tepki verilmesine gerek vardır. Yani Ergenekondan çıkış gerekmektedir. Fakat, bu çıkışın asıl gerekçesi, bencilliklerden arınacağımızın ve müştereklik anlayışını kavradığımızın anlayışıdır. Çünkü şikayet ettiğimiz bir çok olgunun bizzat içindeyiz veya destekçisi biziz. Ergenekon'dan çıkış elbette Göktürk ideali doğrultusunda olacaktır. Tarihi öğreti olarak zaten sahip çıktığımız bu ideal, Daha önce bahsettiğim gibi Dünyanın yarısından fazla bir alanı etkilemiştir. Geçmişte zaman-mekan -bilinç kapsamında duygusallık doğrultusunda olan bu ideali , bilinçlilikle tüm Dünyayı kapsayacak şekilde ve GÖK KUBBE EVİMİZ GÜNEŞ BAYRAĞIMIZ özlemi içinde devam ettirmeliyiz. Peki ne yapmamız gerekiyor? Geçmişe ait değer yargılarımız da uzlaşabiliyorsak ve geleceğe ait bir ideal doğrultusun da emek vermeye amade isek ve bu yazıyı yazmaktaki amacım olan bilinçlilik kavramına sahipsek bu bilinçliliğimizi göstermemiz gerekiyor. Bunun içinde, yine tarihimizde belli bir anlamı olan ve yeni anlamlar yükleyeceğimiz Türk Bayrağını sembol olarak kullanarak kendimizi ifade etmeliyiz. Nedir Türk Bayrağının anlamı? Tevatür de olsa anlatım şudur; Vatanı savunan askerlerimizin ,savaş sırasında akan kanları üzerine ,Ay ve yıldızın yansımasının sembolize edilmesidir. Bu olmayacak bir şey değildir. Milyonlarca şehidin olduğu tarihimizde bir kişinin bile bu benzeşimi yapması yeterlidir. Önceki bölümlerde ve bilhassa emek kısmında belirttim. Kan emeğinin, en önemli emek olduğunu! Düşünün! 20 yaşında bir genç, kendine inandırılan değerler doğrultusunda toplum için canını feda ediyor. Geleceğe ait hayalleri,bakması gereken bir ailesi varken ve hiçbir maddi çıkar düşünmeden yaşamını ortaya koyuyor. Büyük ihtimalle ,yaşamının sonlanacağını bilerek. Belki fırsatlar çıkacak önüne, okuyacak bilim adamı ,sanatçı veya zengin olacak! Eğer ölmeyecek olsa!! Evet Türk Bayrağın da sembolize edilen anlam budur. Dökülen kanlar elbette karşılıklı olarak, farklı idealler doğrultusunda olmuştur. Başta emperyalizmin idealleri. Fakat biz Göktürk ideali doğrultusunda, emperyalizm amacı ile aldatılmış olsa da,Türk askerinin samimiyeti içinde ölenlerin kanına da sahip çıkıyoruz. Bunlar simgesel olarak, Anzak'lar da olsa, PKK'lı da olsa . Sahip çıktığımız, hiçbir maddi çıkarın olmadığı samimiyettir. Kan emeğinin yanında, din, ırk gözetmeden tüm insanlığa her türlü katkıyı yapmış insanların emeğini de kabul ediyoruz. Ve bu emekleri, Türk Bayrağı anlamı içinde temsil edildiğini düşünerek, yüceltiyoruz. Dolayısıyla Türk Bayrağı, daha çok bireylerin bayrağıdır. Birey olarak,geçmişteki emeklere sahip çıkan ve geleceğe emek tasarrufu yapabilecek bilince sahip olanların sembolüdür. Göktürk ideali, şimdiye kadar yazdıklarım ile ifade edebildiysem, insanlığa gidiş anlayışıdır. Eğer bu anlayışı kabul ediyorsak, bu anlayışı var olan sembollerle gösterelim. Ve elimizdeki Türk Bayraklarıyla Ergenekon dan çıkalım. Çıkalım ki hem başta kendi ülkemizde barışı sağlayalım ,hem de şimdiye kadar duyguların yolu ile etkilediğimiz Dünyayı bilinçlilikle etkileyerek yeni bir kapı aralayalım. Büyük kütle, fiziki olarak çekim alanı yaratır. Fikirlerde aynı etkiyi yapabilir. Eğer biz de,tüm Türkiye sathında, bir gün içinde aynı amaçla milyonlarca kişi meydanlara yürürsek bu çekim etkisini yaratabiliriz. Ama bu yürüyüş, örgütsüz bir yürüyüş olmalıdır. Ne bir pankart taşınmalı ne bir slogan atılmalıdır. Kinden uzak, sevgi anlayışı içinde. Sadece birey olarak bilinçliliğimizin kendimize ispatlanması ve Göktürk idealini kabul ettiğimiz amacı ile. O zaman bir çok şey değişecektir. Başta, bizi ayrıştırarak duygularımızı kullanan güçleri. Aynı zamanda bize belli güçlerin diktesi olarak kabul ettiğim, Türk devletlerine ağabeylik yapmak veya Müslüman ülkelere model olmak gibi planları kendi inisiyatifimiz ve bir ideal doğrultusunda yapabilmemizi sağlayacaktır. Çünkü, sağlayacağımız bu beraberlik gücü tüm bu bu alanlardaki insanları tek-tek etkileyecek ve sonucunda gerçek ve bencillikten uzak yeni birlikteliklere yol açacaktır.
    Eğitim sistemi içinde, bize çağları öğretirler ve çağlar da tarihsel olarak da belirlenir. Geçmişe dair bu tarihlendirme işlemini kimler yapar bilinmez ama! O çağdaki yaşayanların bu işlemlerden kesinlikle haberi olmaz. Bu çerçevede, diğer bir mitoloji de güncel olarak sıkça bahsedilen Maya takvimine ait mitolojidir. Bilindiği gibi 21 aralık 2012 için genellikle olumsuz değerlendirme yapılarak kıyamet öngörülerinde bulunuluyor. Diğer bir yorum da çağın son bulması üzerine. Kıyametin kopacağına inanmıyorum ama, çağın değişmesi gerektiğine inanıyorum. Hangi çağdan hangi çağa geçeceğiz veya geçmemiz gerekiyor? Göktürk mitolojisin e kriter olarak bilinçlilik kavramından bahsetmiştim. Bu bilinçlilikle, 21 aralık tarihini, adını kendimiz koyarak yani farkında olarak bilinçlilik çağının başlangıcı ilan edebiliriz. Biten çağın adı da duygusallık çağı olur.Eğer gerçekleşirse Ergenekon çıkışı da böyle bir anlayışın öncü hareketi olur. Görüldüğü gibi olumsuz bakışları olumluya çevirmek çok kolay. Eksik olan ise düşüncelerin, eyleme dönüşmesindeki sorundur Bir fıkrayla örneklersek; Her bakımdan makbul adamın biri tüm çabalarına rağmen, hayatı boyunca maddi sıkıntı çekmiş. Bu sıkıntıları sebebi ile de Tanrıya yalvarır ve piyangodan kendisine para çıkması için dua edermiş. Adamı izlemekte olan melekler, Tanrıya,bu durumu iletmişler. Tanrı, evet ben de farkındayım, isteğini yerine getireceğim ama ne yazık ki piyango bileti almıyor. Biz de kendimizi müştereklik kavramı ile özdeşleştirdiğimiz de: Yaşadığımız ülke ve Dünya toplumları olarak sıkıntılarımız olduğu bir gerçektir. Fakat bu sıkıntılar sonucunda oluşan duygu ve düşüncelerimizi ifade etme gerekliliğini yapmaktan uzağız. Yapmamız gereken ise ayrılıkların çekim alanından kendimizi kurtararak müşterek bir ideal doğrultusun da birleşerek bunu göstermek. Bunun yolunun da tarihten gelen bir sembol ile yani Ergenekon ile olabileceğini belirttim. Ergenekondan çıkış tarihi olarak 21 Mart günü verilir. Fakat 21 Mart çalışma gününe denk geliyor. Katılımın çok olması için,yine tarihimiz açısında çok önemli bir gün olan ve pazar gününe denk gelmesi sebebi ile 18 martın uygun olacağını düşünüyorum. Tabii böyle bir olgunun olup olmayacağını, görüşlerime katılanların sayısı gösterecektir. Bunu da siteme koyacağım anket bölümünden izleyebilirsiniz. Genel özet olarak, bu yazıyı yazarak ifade etmek istediğim görüş ve kanaatlerim şunlardır; Var oluşumuzun gerekliliği bilinçliliktir. Ve bu bilinçlilik ile de , asıl amacı anlamaktır. Dolayısıyla yeni bir çağa adım atmamız gerekliliğini, anlama yeterliliğine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bu anlayış ile birbirimizin kanını dökerek şehit olmak yerine, insanlık amacı uğruna  şehitlerimizi uzay da verelim. Ve bilinçliliğimizi evrene yayalım. Eğer derseniz ki! sadece ben varım!(sadece talep etme anlayışında olanlar için) O zaman, Nazım Hikmet’in Dünyanın En Tuhaf mahluku şiirinden bir bölümü aktarayım.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
   
Olumsuzlukların basıncını, kuvvetli şekilde algılamam neticesinde, duygu ve düşüncelerimi yazılı olarak ifade etmeye çalışarak internet ortamında topluma sundum. Bu aynı zaman da Kelebek etkisi teorisinin de sınanmasıdır. Eğer görüşlerime katılmazsanız, ben de bu görüşlerimle son Türk olurum. 
   Esenlikler diliyorum.